30 Mayıs 2010 Pazar


''Benim karakterim böyle. Elimde değil; ne yapsam kötü huylarımı değiştiremiyorum'' mantığı Kuran'a uygun değildir

Bazen insanlar kişiliklerindeki bazı olumsuzlukları değiştirmek ister, ancak gösterdikleri çabayla istedikleri sonuca ulaşamazlar. Böyle bir durumda şeytanın bu kimseleri yönelttiği hemen hemen ilk düşünce, “kişiliklerinin sabit ve değişmez olduğu; dolayısıyla ne kadar çaba harcasalar da karakterlerini değiştiremeyecekleri” şeklindedir. Şeytan bu kimseleri özellikle de, “ellerinden gelen herşeyi yaptıklarına; ancak yine de hiçbir değişiklik oluşmadığına” inandırıp onların güzel ahlaktan yana gösterecekleri çabayı durdurmak ister.

Şeytanın bu telkinini alan bir kişi, nefsindeki gurur, enaniyet, kıskançlık, kin, öfke gibi özelliklerle karşılaştığında vicdanından yana güçlü bir tavır koyamaz. Kişiliğindeki olumsuz tavırlara karşı güçlü bir mücadele veremez. “Nasıl olsa yapabileceğim fazla bir şey yok” diyerek bu özelliklerini muhafaza eder. Çevresindeki insanlara da, “bunlar benim çok kötü özelliklerim biliyorum, ama beni böyle kabul edin”, “ben bu konuya çözüm bulamadım, bu yüzden beni idare edin” der.

Oysa ki iman eden, Kuran ayetlerinden haberdar olan her insanın çok iyi bileceği gibi, bu kişinin öne sürdüğü tüm mantıklar baştan sona yanlıştır. Yalnızca şeytanın aldatmacasından ibarettir.

Çünkü Allah her insanın nefsini temelde aynı özelliklerle yaratmıştır. Her insan, kendisine her türlü iyiliğin, inceliğin, güzelliğin yolunu gösteren vicdana sahiptir. Aynı şekilde yine her insanın nefsinde, kötülüğün her türlüsünü uygulayabilecek bilgi de mevcuttur. Dolayısıyla aslında güzel ahlaklı iyi bir insan ile kötü ahlak gösteren bir insan, aslında temelde aynı şartlara ve aynı bilgiye sahiptirler.


Allah Kuran’da insanları, nefislerindeki iyilik ve kötülüklerle birlikte yarattığını; ancak onlara bu kötülüklerden arınıp temizlenmenin yolunu da öğrettiğini; dileyenin iyi, dileyenin ise kötü olmayı tercih ettiğini bildirmiştir:


Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)


Bu, Kuran okuyan her insanın bildiği bir gerçektir. Dolayısıyla imanlı bir insanın, “nefsindeki bir kötülüğü yenmenin yolunu bilmediğini ve çaba harcadığı halde bu konuda olumlu bir sonuç alamadığını” söylemesi hiçbir açıdan doğru değildir. Allah Kuran ile, vicdanı ile her insana nefsini eğitmenin yolunu göstermiştir.

Bu durumda büyük olasılıkla bu kişi, ya gerekenden daha az çaba göstermiş; ya güzel bir sonuç elde etmiş ama bunda istikrarlı ve kararlı olmamış, irade gösterip bunu devam ettirememiştir; ya da gösterdiği çabayı hayatının tüm alanlarına yaymamıştır. Belirli kişilere, belirli olaylara, belirli şartlara karşı vicdanını kullanmış, irade göstermiş, nefsindeki kötülükleri yenmiş; ama belirli noktalarda da nefsini haklı görerek eski kişiliğini sürdürmüştür.

Oysa Allah Katında makbul olan, kişinin her şartta, her olayda, her insana karşı nefsinin kötülüklerini yenebilmesi; duruma göre değişen belirli bir “dayanıklılık sınırı”nın olmamasıdır. Birçok zor ve sıkıntılı olay üst üste gelse de, karşısına kendisinden çok daha fazla kusuru olan, tahammülsüz, merhametsiz, öfkeli, ters ya da uzlaşılması mümkün olmayan zor insanlar çıksa da, müminin yine de güzel ahlakta irade göstermesi gerekir. Allah bazen imtihanın bir gereği olarak bir çok zorluğu birarada yaratabilir. Zorlu hastalıklar, maddi sıkıntılar, çevreden gelen iftira, baskı, saldırılar ve şeytanın vesveseleri bir anda bir kişinin hayatına hakim olabilir. Ancak işte gerçek müminleri ortaya çıkaran, gerçekten samimi iman eden kimselerin ayırdedilmesini sağlayan olaylar da bunlardır.

Bu nedenle samimi bir mümin hiçbir zaman için kendisini şeytanın telkinlerine bırakıp güçsüzlüğü kabul etmez. Ne konuşmalarında ne de düşüncelerinde asla kendisine güçsüzlük telkini yapmaz. Aksine nefsindeki kötü huylara, kişiliğindeki bozukluklara karşı çok keskin bir iradeyle karşı koyup güçlü bir karakter sergiler. Mümin, Allah'ın rızasını kazanabilmek için, değil kişiliğindeki birkaç eksiklik, dünya şartlarında karşısına çıkabilecek her türlü zorluk ve sıkıntıyı aşmaya taliptir. Asıl hayatın, ahirette olduğunu; dünya hayatının ise -Allah'ın lütfettiği eşsiz nimetlerin yanı sıra-, pek çok konuda da denenerek geçeceği bilir.

Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır. (Bakara Suresi, 177)

Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır. (Bakara Suresi, 214)

29 Mayıs 2010 Cumartesi


Gözleri güzel kullanmak; güzel ve anlamlı bakmak mümin için bir zevktir

Allah'ın insanlara verdiği en önemli nimetlerden biri gözleridir. Akıl sağlığı yerinde olan her insan, bakışlarını güzel kullanma ve bakışları ile duygularını ifade etme yeteneğine sahiptir.
Ancak iman etmeyen insanlar arasında ‘güzel bakış’ o kadar da önemli bir konu değildir. İnsanların değer yargıları daha çok dünyevi bazı menfaat dengelerine dayalıdır. Karşılarındaki kişide aradıkları özellikler arasında “güzel bakış” çok sonlarda yer alan, hatta birçok kişi için de hiç dikkati çekmeyen bir özelliktir.

Zenginlik, lüks yaşam şartları, toplumda etkili olabilecek bir kariyer, iyi ve kaliteli bir çevre, iyi iş imkanları, fiziksel güzellik gibi değerler ise, bu gibi insanlarda adeta manevi bir hipnoz etkisi oluşturarak hayranlık uyandıran ana unsurlardır.

Müminler için ise bakışların önemi çok büyüktür. Çünkü bir insandaki en sevilecek özellikler onun ruhunu oluşturan değerlerdir. Ve gözler, bir insanın ruhunu dışa yansıtan en hayati yeridir. Ruhunda yaşadığı tüm güzellikler ve kötülükler, ister istemez insanın bakışlarına çok açık bir şekilde yansır. Samimiyetsiz bir insan, sözleriyle samimiyetsizliğini her ne kadar saklasa da, gözlerinde gerçek samimiyeti hiçbir şekilde elde edemez. Samimi bir insan da, hiçbir şey yapmasa dahi, gözleriyle dürüst, vicdanlı ve samimi bir insan olduğunu ortaya koymuş olur. Dolayısıyla gözlerde oluşan anlam insanları tanımada çok önemli bir araçtır.

Ancak bakışların gücü bu kadarla sınırlı değildir. İnsan isterse gözlerini çok daha da güzel bir şekilde kullanabilir. Bir mümin sahip olduğu güzel özellikleri ne kadar derinlemesine yaşarsa, bakışlarında da bu duygularını çok daha derin ve anlamlı bir şekilde ifade edebilir. Ruhunu ne kadar iyi ifade edebilir, kişiliğini ve ahlakını ne kadar iyi dışa yansıtabilirse, bu, çevresindeki insanlara o kadar güven veren bir nimete gönüşür. Bir insanın Allah'a olan imanı ve teslimiyeti ne kadar iyi anlaşılırsa, bu da o kişinin çevresindeki müminler için o kadar büyük bir güven alameti ve konfor olur. O kişinin gerçekten Allah'a sadık, samimi, güvenilir ve imanlı bir insan olduğuna dair görülen her alamet, onun çok daha fazla sevilmesini de sağlar.

Bu yüzden mümin gözlerini, yalnızca vücudunun herhangi bir organı olarak değerlendirmez. Güzel bakışların, müminler arasında sevgiyi, saygıyı, dostluğu, güveni pekiştirecek önemli bir vesile olduğunu bilir. Dolayısıyla da gözlerini güzel kullanmayı, güzel bakmayı -Allah rızası için- önemli bir imani zevk haline getirir.

Ayrıca mümin için sevgi, dostluk, sadakat, güven gibi özellikler çok büyük nimetlerdir. Eğer bunları, birçok tavrıyla olduğu kadar gözleriyle de ifade etme imkanı varsa, böyle bir fırsatı olabilecek en iyi şekilde değerlendirir. Sevgi, saygı, sadakat, güven cennetin en önemli ve en büyük nimetlerindendir. Dolayısıyla bunlar, müminlerin dünyada iken de yaşamayı en çok istedikleri ve elde edebilmek için en fazla çaba harcadıkları güzelliklerdendir. Sevgiyi olabilecek en üst sınırda yaşamaya çalışırken, güzel ve anlamlı bakışların oluşturacağı güzel etkiyi göz ardı etmeleri çok büyük bir hata olur.

Ancak elbetteki insanın ‘güzel bakışlar’ için bir çaba harcaması gerekir. İnsan içte ne kadar temiz ahlaklı olursa olsun, kendisini dalgınlığa, durgunluğa bırakırsa, çevresinde olup biten olaylara, dünyada ve çevresindeki insanlarda oluşan güzelliklere karşı ilgisiz ve umursuz bir yaklaşım içerisinde olursa, bu sıradanlık ve matlık bakışlarına da yansır. Allah'ın kendisi için yarattığı küçük büyük her nimetin sevincini gereği gibi yaşamazsa, birlikte olduğu insanların güzel ahlak özelliklerinden sevince ve heyecana kapılmazsa, Allah sevgisini, Allah aşkını içinde coşkuyla yaşamazsa, bu eksiklik bakışlarında da hemen kendini belli eder.

Ama eğer mümin Allah rızası için dikkatini açarsa, Allah'ın yarattığı her detayı görür, her nimete şükredici olur, her fırsatı güzel ahlakı yaşamak için değerlendirirse, Allah onun kalbini her türlü güzel duyguya açar. Böyle bir insan sevgiyi, sadakati, teslimiyeti, şevki, heyecanı, coşkuyu çok derinlemesine yaşar. Bu iman derinliği o kadar yoğundur ki, bu kişinin gözleri, bakanlar için çok fazla anlamlar içerir. Böyle bir insan tek bir anlık bakışıyla bile, kendisi hakkında, sanki bir ömür süresince tanınıyormuşçasına kesin bir kanaat oluşturur.

Bu yüzden mümin hiçbir zaman için “bakışlarım o kadar da önemli değil; önemli olan tavırlarımda sözlerimde hata yapmamam. Beni tanımak isteyen davranışlarımla, konuşmalarımla tanısın” dememelidir. Güzel, akıllı ve güven verici bakmayı da önemli bir ibadet olarak görmelidir. Çünkü Yüce Rabbimiz Kuran’da bakışların insanları tanımada, onlara sevgi saygı yöneltmede, güvenmede ve onlarla dostluk kurmada çok önemli bir ölçü olduğunu bildirmiştir. Birçok ayette insanların karakterlerinin bakışlarından anlaşıldığı anlatılmaktadır:

"Eğer Biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle onları simalarından tanırsın..." (Muhammed Suresi, 30)

"O inkar edenler, zikri (Kuran'ı) işittikleri zaman, seni neredeyse gözleriyle devireceklerdi..." (Kalem Suresi, 51)
"(Allah,) Gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını bilir." (Mümin Suresi, 19)


İşte bu gerçeğin şuuruna varan her insanın, her geçen gün, daha güzel, daha anlamlı, daha sevgi dolu, daha güven veren, daha akıllı, daha şahsiyetli bakışlar elde etmek için çaba harcaması gerekir. Kazanacağı bu özellik, -Allah'ın izniyle- dünyada da ahirette de pek çok hayırlara vesile olacak; ona pek çok gizli nimetin kapısını açacaktır.

"Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder.
O, latif olandır, haberdar olandır."
(Enam Suresi, 103)

''Günaydın'', ''afiyet olsun'', ''çok yaşa'', ''geçmiş olsun'' gibi iyi niyet dileklerinde müminin üslup farklılığı

Toplumda alışkanlık haline gelmiş bazı konuşma kalıpları vardır. Bu, tüm insanların kullandığı ortak bir dildir. Sabah kalkıldığında “Günaydın”, akşam karşılaşıldığında “İyi akşamlar”, gece yatarken “İyi geceler, iyi uykular”, yemek yerken “Afiyet olsun”, hastalanıldığında “Geçmiş olsun”, bir iş yaparken “Kolay gelsin”, hapşurulduğunda “Çok yaşa” gibi...
Hemen her insan, çocukluk yıllarından itibaren çevresinden gördüğü bu kalıplaşmış üsluba düşünmeden uyum sağlar. Oysa ki insanın tüm bu sözleri söylerken, bu güzel dilekleri gerçekleştirecek olan yegane gücün Allah olduğunu unutmaması gerekir.

İşte müminin farkı da burada ortaya çıkar. Mümin attığı her adımda, söylediği her sözde, aklından geçen her düşüncede şuurludur. Hayatı boyunca yaşadığı her olayın yalnızca Rabbimiz’in dilemesiyle gerçekleştiğini asla unutmaz. Bir insana gününü ya da gecesini güzel geçirtecek, hastalandığında sağlık ve şifa verecek, uykusuna huzur ve rahatlık verecek, yediği yemeği lezzetli ve faydalı kılacak ya da yaptığı işi kolaylaştırıp sonuçlandıracak olan yalnızca Yüce Rabbimiz’dir.

Bunun yanı sıra müminin hayatta en derin ve en yoğun sevgiyle sevdiği, en bağlı, en sadık olduğu varlık Rabbimiz’dir. Sevdiği bir çok insan, olay ya da nesne aklından zaman zaman çıkabilir. Ama Allah'a olan sevgisi o kadar güçlüdür ki, 24 saat her an her saniye Rabbimiz’in varlığının, gücünün, sevgisinin, dostluğunun, merhametinin, adaletinin şuurunda olarak yaşar. Aklında Allah'ın varlığının ve hakimiyetinin olmadığı tek bir an bile olmaz.

Ve mümin için Allah'ı zikretmek, Allah'ı anıp yüceltmek çok büyük bir ibadettir. Aynı zamanda da bu müminin ruhunun en lezzet aldığı nimetlerden biridir. Bu nedenle hemen her fırsatta Allah'ı anmak, Allah'ın şanını yüceltmek, Allah'ın büyüklüğünü dile getirerek Allah'ı övmek ister. Kullandığı her üslupla Allah'a olan sevgisini, bağlılığını, teslimiyetini dua mahiyetinde ifade etmek ister.

Dolayısıyla müminin her hali ve tavrı gibi, günlük hayattaki üslubu da diğer insanlardan çok farklıdır. Mümin her sözü söylerken, o eylemi gerçekleştirecek olanın mutlaka Allah olduğunu belirtir. Her iyi niyet dileklerinde, o güzelliği Allah'tan dilediğini dile getirir. Örneğin “Günaydın”, “İyi akşamlar”, “İyi geceler”, “iyi uykular”, “Afiyet olsun”, “Geçmiş olsun”, “Kolay gelsin”, “Çok yaşa” gibi sözler yerine; “Allah gününü aydın etsin”, “Allah hayırlı, iyi akşamlar versin”, “Allah güzel geceler versin”, “Allah güzel uykular versin”, “Allah afiyet versin”, “Allah hastalığına şifa versin”, “Allah işinde kolaylık versin”, “Allah uzun ömürler versin” gibi, Allah'ı anarak ve bu dilekleri yerine getirecek olan Yüce Rabbimiz'in adını zikrederek karşılık verir.

Bunun yanı sıra bir kişi kendisine, Allah'ın ismini anarak bu şekilde bir iyi niyet sözü söylediğinde de, yine imandaki şuurunu gösteren bir üslupla cevap verir. Örneğin kendisine *Allah hayırlı günler versin” diyen bir kişiye sadece, “Sana da” diyerek cevap vermez. Yine mutlaka Allah'ın adını zikredip Rabbimiz’i yüceltir. “Allah sana da hayırlı günler versin” diyerek cevap verir. Ya da kendisine “Allah rahatlık versin” diyen bir mümine, -Allah'ı tenzih ederiz- “Sana da rahatlık versin” gibi bir söz söylemez. “Allah sana da rahatlık versin” der. Allah'ı düşünerek de olsa, Allah'ın ismini söylemeden bu tarz bir ifade kullanmaz. Üslubundaki ufacık bir eksikliği dahi, Allah'a duyduğu sevgisine, bağlılığına ve dostluğuna yakıştırmaz.

Bu müminin güzel ahlakındandır. Yalnızca Allah'ın yaratacağını bildiği bir olaydan Allah'ın adını anmadan behsetmeyi vicdanen kabul edemez. Karşısındakişi kişinin üslubu her nasıl olursa olsun, onun vereceği karşılık mutlaka Allah'ın ismini anarak, Rabbimiz’i yücelterek olur.


... Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir. (Ankebut Suresi, 45)

İsimlerin en güzeli Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkara) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır. (Araf Suresi, 180)

27 Mayıs 2010 Perşembe


Bugününüze yeniden bir niyet ederek; her anınızı salih amelle geçirme kararıyla başlayın

Mümin iman ettiği anda, zaten hayatının her anını Allah'ın rızasını kazanma çabasıyla geçirmeye karar vermiştir. Ve o andan itibaren de, maddi manevi her yönde imani bir şevk ve gayret içindedir. Ama müminin önemli bir özelliği de, imanını hiçbir zaman için yeterli görmemesidir. Çünkü insanın, hayatının son anına dek, her geçen an, imanını daha da derinleştirme imkanı vardır. Bu yüzden her gün, her saat, her an, bir kez daha niyet etmeli, imanını tazelemeli, her saniyesini Allah'ın en razı olacağı davranışlarda bulunarak geçirme kararı almalıdır.

İşte bugün, bu saat, bu yazıyı okuduğumuzda, bizler de aynı şekilde bir kez daha niyetimizi tazeleyebiliriz. Şu andan itibaren, çok daha şuurlu, çok daha dikkatli ve çok daha samimi bir şekilde, vaktimizi, imkanlarımızı, maddi ve manevi gücümüzü olabilecek en hayırlı şekilde geçirmeye niyet edebiliriz. Karşımıza çıkan her ibadet fırsatını, çok daha büyük bir şekvkle, çok daha iyi bir şekilde değerlendirebiliriz. Her imkanda öne atılabilir, Allah'ın rızasını kazanmak için her fırsatı kollayıp, hayırlarda yarışabiliriz. “Nasıl olsa çok güzel ve hayırlı faaliyetler yaptım, bugünlük bu kadar yeterli olmuştur” ya da “çevremdeki diğer insanlara göre, ben kat kat daha fazla çaba harcıyorum, birçok kişiye göre çok daha iyiyim” demeden; “ben zaten her günümü olabilecek en faydalı, en hikmetli şekilde geçiriyorum” diye düşünmeden, yeni bir atılım daha yapabiliriz.

Burada bahsedilen alışılagelenden çok farklı, apayrı bir ruh halidir. Yoksa iman etmiş bir Müslüman elbetteki yaşadığı her anını, fıtrat olarak, doğal olarak Kuran'a en uygun davranışlarda bulunarak geçirir. Ama bu konuda daha derin şuurlu bir karar alan kimsenin hali çok farklıdır. Çevresindeki insanlar, bu kişinin daha farklı bir karar aldığını, birkaç on dakika dahi onun yanında bulunduklarında hemen anlarlar. Çünkü böyle niyet etmiş bir kişinin vicdan duyarlılığı çok yüksektir. Çevresinde olup biten tüm olaylara karşı herkesten çok daha fazla ilgilidir. Zor, zahmetli ve yorucu işlere karşı herkesten çok daha ataktır. O anda o ortamda bulunan herkesten çok daha güzel sözlüdür. Herkesten çok daha fazla gönül alıcı, herkesten çok daha fazla nezaketli, herkesten daha fazla sevgi ve şefkat doludur. Herkesten daha fazla yapıcı ve olumludur. İnsanların ihtiyaçlarını, daha onlar söylemeden farkedip giderir. Her olayda yatıştırıcı, huzur ve güven veren bir üslup kullanır. Üzerinde, herkesin görür görmez anlayabildiği, daha farklı bir pozitif elektrik vardır.

İşte tüm bunlar, “bir kez daha niyet etmiş olmanın” kişiye kazandırdığı olumlu etkilerdir. Bu ahlakı alan müminin hedefi, “Allah'ın en sevdiği kullarından” olabilmektir. Bu nedenle bu ahlakını kişiliğine yerleştirdikten sonra, yine bir kez daha, “daha samimi olmaya, daha duyarlı olmaya, daha vicdanlı olmaya, Allah'ın rızasının en çoğuna uymada daha kararlı olmaya niyet eder”. Ve ahlakını bir kez daha derinleştirir. Ve bu, bu şekilde hayatının sonuna kadar devam eder. Gösterdiği çabayı, yaptığı hayırları hiçbir zaman yeterli bulmaz. Dolayısıyla imanı, ahlakı, kişiliği, tavırları sürekli olarak gelişir ve mükemmelleşir.

Allah Kuran’da bu ahlakı gösteren müminlerin karakterini şöyle haber vermiştir:

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler.
(Müminun Suresi, 61)

Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise;
Biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrinikayba uğratmayız.
(Kehf Suresi, 30)

26 Mayıs 2010 Çarşamba


Daima karşı tarafın haklılığını kabul etmek önemli bir sevgi gösterisidir

İnsanların gün içinde karşı karşıya kaldıkları olayların büyük bir kısmında, genellikle olaya dahil olan her iki tarafın da haklılık payı vardır. Bir kişi için ‘tamamen haklı’, diğeri için ise ‘tamamen haksız’ gibi bir yorumda bulunmak pek mümkün olmaz. Kimi zaman iki tarafın haklılık oranları %80’e %20 iken, kimi zaman da bu oran 50’ye 50’dir. Böyle bir durumda genellikle herkes içerisinde buluduğu olaya kendi tarafından ve kendi bakış açısının elverdiği ölçüde bakar. Dolayısıyla bir kişiye kendisi tamamen haklı görünürken, diğer kişi de kendisini kesin olarak haklı görür. Bu kişilerden biri, telafiyi, özrü ve haksızlığın kabul edilip alttan alınmasını karşı taraftan beklerken, diğer kişi de aynı şekilde karşısındakinin durumu telafi etmesini bekler.

Cahiliye toplumlarında yaygın olan bu yaklaşım tarzı, en küçük bir anlaşmazlık ya da uyuşmazlıkta dahi kişiler arasında kalıcı huzursuzluklara ve soğukluklara yol açar. Müminlerin farkı ise işte bu şartlar altında ortaya çıkar. Müminin önemli bir özelliği, sevgiyi, sevmeyi çok iyi bilmesidir. Mümin demek; dostlukta, vefada, sadakatte, şefkat ve merhamette, affetmede, hoşgörüde ve gönül almada üstün ahlaka sahip kimse demektir. Mümin, sevgisinde çok fedakardır; özverilidir. Hiçbir zaman için kendi nefsini, sevdiği kişiye tercih etmez. Kendi rahatı, kendi menfaatleri için sevdiğini harcamaz. Kendisi haklı çıkabilmek için sevdiğini haksız çıkarmaya kalkmaz. Tam tersine sevdiği tümüyle haksız olsa, o yine de haksızlığı tamamen üstüne alır. Kendisi hatayı, eksikliği, kusuru üstlenir, ama yine de sevdiğine toz kondurmaz. Ve tüm bunları yapmasındaki tek gaye de yalnızca Allah'ın rızasını kazanabilmektir. Çünkü müminin sevgisi yalnızca Allah sevgisine dayanır. Sadakati de yine yalnızca Allah'a olan sadakatinden kaynaklanır. İşte sevdiğine olan bağlılığının kaynağı da yalnızca budur.

Örneğin Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış bir sahabeyi düşünecek olursak, hiçbir zaman için Allah'ın Resulü’ne karşı kendi haklılığını tercih etmeyeceği açıktır. Küçük bir menfaat ya da küçük bir konuda haklı çıkmak ya da kendisini savunmak uğruna, asla Peygamber Efendimiz (sav)’e karşı bu tarz bir tavır göstermez. İşte bu, gerçek sevgidir. Samimi imana dayalı sevgidir. Müminlerin örnek alması gereken sevgi anlayışı da, aynı bu şekilde olmalıdır.

Ancak bu ahlak anlayışının, sadece ciddi anlaşmazlıklara ya da büyük, hayati olaylara yönelik olduğunu düşünmek yanlış olur. İnsan günlük hayat içerisinde de bu ahlakın yaşanacağı çok fazla durum ile karşılaşır. Günlük sohbetlerde; bir olay, kişi ya da bir eşya hakkında yapılan yorumlarda ve daha pek çok konuda bu ahlakın yaşanabileceği imkan çıkar insanın karşısına. Hemen her fırsatta, gönül alıcı sözler söylemek, karşı tarafı övmek, onore etmek, gerçek sevginin bir gereğidir. Kendisi %’de 100 haklı olsa bile kişinin, Allah rızası için kendisinden önce karşı tarafı haklı çıkarmayı, mutlu etmeyi hedeflemesi, onun fikirlerini, düşüncelerini desteklemesi çok güzel bir ahlakın göstergesidir.

Böyle bir insan, Allah rızası için kendi nefsinden geçmiş demektir. Allah'ın rızasını kendi nefsine tercih eden bir insan ise, çok güvenilirdir. Böyle bir kişi, sadece iyi gün dostu değildir. Allah'ın yaratacağı her türlü maddi manevi imtihan ortamında da, bu kişi “gerçek dost” vasfını muhafaza eder. Çünkü günlük hayatında gösterdiği bu ahlak, kişinin zor bir durumla karşılaştığında ve sıkıntı anlarında da sadık ve vefalı olacağının da göstergesidir.

İşte bu gerçeği bilmek de, böyle bir insanın çok sevilmesini sağlar. Böyle bir insan, gerçek sevgi insanıdır. Gösterdiği bu üstün ahlak, Allah'ın izniyle çevresindeki tüm insanlara, onunla derin dostluk kurmanın, ona güvenmenin ve ona samimi sevgi yöneltmenin yolu sonuna kadar açmış olur.

24 Mayıs 2010 Pazartesi


Kafanıza takılan önemsiz konuları ''bir kaç on yıl sonrasına'' erteleyin...


İnsan bazen küçük konuları gereğinden fazla büyütür. Ehemmiyetsiz olduğu halde sıradan bir konuyu, o an için hayatının en önemli konusu olarak görür. Dikkatini bu duruma verdikçe, o küçük konu, gözünde giderek daha da büyümeye ve kendisine daha da fazla rahatsızlık vermeye başlar.

Bir bakış açısıyla bakılırsa, bu konu gerçekten de bir yönüyle kişinin hayatını etkileyen bir önem taşıyabilir. Ama bir başka bakış açısıyla bakılacak olursa da, o konu diğer önemli meselelerin yanında dünyadaki bir toz tanesi kadar önem taşımaz.

İnsan bunu içerisinde bulunduğu o anda fark edemez belki. Ama bu gerçeği anlamanın şöyle bir yolu vardır: Şu anda geçmişe dönüp bir düşünecek olursanız, bundan on yıl önce kafanıza takılan konuların hiçbirini hatırlamadığnıı görürsünüz. Hatta o kadar geriye gitmeye bile gerek kalmaz. Bundan sadece bir sene, hatta birkaç ay, birkaç hafta öncesine gittiğinizde bile, gün içinde sizi rahatsız eden, neşenizi, huzurunuzu kaçıran, sizi sessizleştirip içinize kapanmanıza neden olan, insanlardan uzaklaştıran, hayatınızı çok derinden etkilediğini ve etkilemeye de devam edeceğini sandığınız konuların hiçbirini hatırlamazsınız. Ama hatırlasanız da önemli değildir. Çünkü o zamanlar hayatınızı kökten etkilediğini sandığınız o konu, artık sizi hiç rahatsız etmiyordur. En fazla bir kaç saniye içinde bir anı gibi aklınızdan geçip gider.

Peki o on sene, birkaç ay ya da birkaç hafta öncesinden geriye elinizde kalan ne olmuştur? İşte asıl bu sorunun yanıtı, hayatınızı kökten ve derinden etkileyecek olan gerçektir. Geriye sadece Allah ile olan yakınlığınız, Allah'a olan sevginiz, sadakatiniz, bağlılığınız ve Allah'ı hoşnut etmek için gösterdiğiniz ihlas, samimiyet, salih amelleriniz ve azminiz kalmıştır. Eğer on sene önce Allah'ı düşünerek, Allah'ın sevgisini umarak güzel ahlak gösterdiyseniz; küçük ya da büyük bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştığınızda Allah'a sığınıp güzel ahlakta kararlı davrandıysanız, o gününüz dünyada ve ahirette inşaAllah sizin için büyük bir nimete dönüşmüştür. Ve ahirette de size sevinç ve nimet getirecektir.

İşte on sene öncesini düşündüğünüzde apaçık bir şekilde görünen bu gerçeği, yaşadığınız an içeresinde de unutmamak çok önemlidir. Eğer şu an içinde kendinize baktığınızda kafanıza takılan küçük ya da büyük çeşitli konular varsa, ileride de bunların büyük ölçüde bir önemi olmayacağını unutmayın. İleride bunların belki bir çoğunu hatırmayacağınızı, bir çoğuna “ne kadar da büyütmüşüm” diyerek gülüp geçeceğinizi, bir çoğuna da bambaşka, daha olgun ve daha derin bir bakış açısıyla bakacağınızı ve ne kadar ehemmiyetsiz olduklarını göreceğinizi unutmayın.

O halde şu an için karşınıza sizi rahatsız eden bir konu çıktığında da, “ ben bu konuyu birkaç ya da 5-10 sene sonrasına erteliyorum. Bu konuyu o zaman düşüneceğim” diyerek bir kenara bırakın. Muhtemelen o zaman geldiğinde, Allah'ın izniyle, gerçekten de o konunun bir önemi kalmamış olacağını göreceksiniz.

Bütün dikkatinizi Allah'a, bütün enerjinizi Allah'ın rızasını kazanmaya, Kuran ahlakını yaşamaya verin. Küçük bir şeyin aklınızı kurcalayıp meşgul etmesine, sizi, Allah'ın sevgisini kazanacak güzel işlerde, güzel davranışlarda bulunmaktan alıkoymasına izin vermeyin. Aklınızı en açık, en özgür şekilde kullanabilmenin; dikkatinizi en faydalı şekilde yoğunlaştırabilmenin tek yolunun -Allah'tan başka hiçbir güç olmadığını, tüm dünyanın, tüm olayların ve tüm insanların yalnızca Allah'ın kontrolü altında olduğunu, Allah'ın dilemesi dışında tek bir yaprak tanesinin dahi düşmeyeceğini bilerek- yaşamak olduğunu unutmayın.

Allah'ın rızası, insanın dünyada iken aklına takılabilecek her türlü küçük konunun üzerindedir. Bir mümin, bütün dikkatini Allah'a ve Onun istediği ahlakı yaşamaya vermekle yükümlüdür. Dünyada yaşadığı tüm hayatı kesin olarak son bulacaktır. Hayatı boyunca yaşadığı bütün olaylar bir anda yok olup gidecektir. Ama Baki olan; insanın asıl dikkat vermesi, asıl düşünmesi, bütün sevgisini, dikkatini ve çabasını yöneltmesi gereken ise yalnızca Rabbimiz’dir. Allah Kuran’da bu gerçeği bize şöyle bildirmiştir:

Dikkatli olun; göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. O, üzerinde bulunduğunuz şeyi elbette bilir. Ve O'na döndürülecekleri gün, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah, herşeyi bilendir.
(Nur Suresi, 64)

Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır.
(Fussilet Suresi, 54)

23 Mayıs 2010 Pazar


Bir olayı olumsuzdan yola çıkarak halletmeye çalışmak, çoğu zaman yapıcı değil yıkıcı etki oluşturur.
... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.
Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)


Şeytanın kullandığı yöntemlerden biri de insanları olumsuz konuşmaya teşvik etmesidir. Şeytanın bu telkini altına giren bir insan, bazı durumlarda olumsuz konuşmanın son derece gerekli ve faydalı olduğuna inanır. Hatta pek çok konuyu halledebilmek için bir olayın olumsuz yönlerinin de irdelenmesinin zaruri olduğunu düşünür. Ancak bu doğru değildir.
Bir konuda ilerleme kaydetmek ve daha yapıcı sonuçlar elde etmek isteyen bir insanın, geçmişteki ya da halihazırdaki var olan olumsuz yönleri, olumsuz şartları dile getirmesi, tam tersine kişilere zarar verip yıkıcı etki de yapabilir. Kişi o an için meydana getirdiği bu sonuçların farkına varmayabilir. Ama aslında olumsuzlukları tekrar tekrar dile getirmesiyle çevresine olduğu kadar, kendisine de zarar verir. Anlattıklarıyla kendisine daha derin telkinler yaparak, olumsuzların gerçekliğine kendisini daha da kesin bir şekilde inandırır.
Bu bakış açısındaki insanın bir de şöyle bir düşüncesi vardır: “eğer olumsuzu gizlersem gerçekçi davranmamış dürüst olmamış olurum. Gerçekte zaten var olan bir şey bu. Bunu dile getirsem de getirmesem de bu zaten var. Bir de söze dökmenin ekstradan daha ne olumsuz etkisi olabilir ki? Ayrıca var olan bir olumsuzluğu gizlersek; sanki hiç yokmuş, hiç olmamış gibi davranırsak, üzerini örtersek, o zaman onu nasıl ortadan kaldırırız? Nasıl çözeriz? O zaman o olumsuzluk her zaman zeminde var olmaya devam edecek, gizliden gizliye sürüp gidecektir. Bu yüzden ben gerçekçi ve dürüst davranıp, yıkıcı da olsa olumsuzlukları mutlaka dile getirmeliyim.”

İşte bu da çok yanlış bir düşüncedir. Dürüstlük, doğruculuk, gerçekçilik demek sürekli olumsuzlukları dile getirmek değildir. Aynı sonucu almanın çok daha güzel, daha hikmetli, etkili, faydalı ve yapıcı yolları da vardır.
Makbul olan, olumsuzu hiç dile getirmeden, onun çözümü olacak olan olumlusunu konuşmaktır. Bu, bir konuyu hallederken her iki tarafa da olumlu telkin yapacak, olumlu sonuca ulaşılmasını hızlandıracak ve olumlu temelleri güçlendirecek bir ahlaktır. Olayların sürekli olumsuz yönleri üzerinde durmak ise, ortada sanki bir açmaz varmış telkini verir. Adeta aşılması ve unutulması mümkün olmayan, kişilerin hayatları boyunca peşlerini bırakmayacak, üzerlerine ilişmiş, kalıcı hasarlarmış gibi bir hipnoz etkisi yapar. Oysa olumsuz yönler, dile getirilmediği ve onları giderecek olumlu tedbirler alındığı takdirde, hızla yok olur ve eriyip gider.
Allah Kuran’da, “iyiliklerlerin kötülükleri gidereceğini” bildirmiştir (Hud Suresi, 114). Bu Allah'ın kesin bir adetullahıdır. Asla değişmez. Kesin bir gerçektir. Ve mutlaka bu şekilde sonuç verir. Dolayısıyla sürekli olumlusunu konuşan, olumludan yana tedbirler alan ve olayları hayır gözüyle, pozitif yaklaşarak değerlendiren ve uygulayan bir insan, Allah'ın izniyle ortadaki olumsuzluklardan hızla sıyrılıp kurtulacaktır.
Ayrıca sürekli olumlusunu söylemek, gerçekte durum hakikaten zahiren olumsuz gibi görünse dahi, mutlaka olumlu telkin yapar. Gerçekte o şekilde olmasa bile, öyleymiş gibi taraflara o konuyu halletmede cesaret, huzur, güven ve yapıcı hareket edebilme gücü verir.
Bu şekilde hareket etmek, dürüstlükten uzaklaşmak, gerçekleri gizlemek değildir. İnsan eksik, kusurlu ve hatalı yönleri içten içe elbetteki bilir. Ama bunu sürekli konuşmak yerine, bunun tedbirlerini alarak üzerine gider ve Allah'ın izniyle de çözüme kavuşturur.
Şöyle kısa bir örnekle de bu durum açıklanabilir: İnsan çok korkacağı, ürkeceği bir durumla, gerçekten huzursuz ve tedirgin olacağı şartlarla karşılaşabilir. Ve içinde de bu hisleri yoğun olarak yaşayabilir. Ama her ne olursa olsun, “Ben çok korktum, çok ürktüm, çok huzursuz ve tedirginim” diyerek bu olumsuz hisleri dile getirmez. Çünkü bunları söylemenin kişiye de, karşısındakilere de bir faydası olmaz. Aksine kişilerin tedirginlikleri bu tarz bir üslupla giderek daha da artabilir. Bunun yerine cesaretlendirici, güven ve huzur verici, yapıcı, destekleyici konuşmalar yapmak, ve bu yolla olumsuzları yenmeye çalışmak çok daha etkili, faydalı ve hikmetli bir yaklaşımdır.
Bunun gibi, insanın günlük hayatında karşısına çıkan diğer tüm olayları da bu bakış açısıyla değerlendirip çözmeye çalışması son derece önemlidir. Bu en başta, Kuran'ın bize gösterdiği ahlakın bir gereğidir. Allah Kuran’da insanlara, “sözün en güzelini söylemelerini” emretmiştir (İsra Suresi, 53). İşte bu nedenle olumsuzu söylemeyip, daima olumludan yana konuşmak, Allah'ın izniyle şeytanın oyununu bozacak; olayların olabilecek en güzel şekilde sonuçlanmasına vesile olacak en hayırlı en etkili yöntemlerden biridir.

“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”(İsra Suresi, 53)

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Müminin, yaşarken kendisini ''öldü'' kabul ederek hareket etmesi, şeytanın tüm oyunlarını bozacak önemli bir yoldur.

İnsan aklı, hiçbir ek yapmaksızın saf olarak Kuran ile düşünmediği takdirde, karmakarışık bir hale gelmeye çok müsaittir. Bu durumda da kişi, “akıllı insan” olma vasfını kaybeder. Aklı, duru, temiz, isabetli ve faydalı hale getiren tek yol, katıksız olarak iman etmek; Allah'ın sonsuz ve kusursuz aklına, Kuran'a tam uymaktır.


İman eden bir kimsenin mükemmel bir akla sahip olmasını en istemeyecek varlık ise, elbetteki şeytandır. Şeytan, Allah'ı seven, Kuran'a bağlanan, Allah'ın rızası için yaşayan her insanın karşısındaki mutlak negatif güçtür. Müminlerin Allah'a ihlasla iman etmelerini engelleyebilmek, akıllarını karıştırabilmek, halis tavırlarına bir parça dahi olsa bozukluk katabilmek için elinden gelen her yola başvurur. İnsanların kalplerine hayali kuruntular, asılsız şüpheler, hiçbir delili olmayan vesveseler verir. Ve bunlara, adeta gerçeğin ta kendisiymiş gibi inanmalarını sağlar. Hatta o kadar inandırıcı mantıklar sunar ki, kişi, peşisıra gittiği bu hayali kuruntuları delice bir kararlılıkla savunur hale gelir. Bu doğrultuda kesin kararlar alıp hayatını bu yönde yönlendirmeye başlar.


Şeytanın tüm bu telkinleri elbetteki samimi iman eden, Allah'a sığınan ve Kuran'a uyan insanlara hiçbir şekilde etki etmez. Ancak iman ettikleri halde Kuran'a gereği gibi uymayan kimseler şeytanın bu telkinlerine kapılabilirler.


Kimi zaman bu durumdaki bir kişi şeytanın telkinlerinden kurtulup selim bir akla kavuşmayı, doğru düşünebilmeyi gerçekten çok ister. Ancak yine de aklında oluşan karmaya kapılarak, kendisine sunulan doğruları kavramakta güçlük çeker. Duru bir akılla hareket eden mümin dostlarının anlatımlarındaki hakikatleri uygulamaya geçirmekte kararlılık gösteremez. Kendisini içerisinde bulunduğu mantık bozukluğundan kurtaracak Kurani çözümleri gerçekleştirmenin ne kadar kolay olduğunu göremez. Çözümü kendi karmaşık mantıklarında arayıp bulmaya çalışır. Ya da hem Kurani çözümleri hem kendi karmaşık formüllerini bir arada kullanmaya kalkışır. Bunun sonucunda da Kuran'ın bereketinden gereği gibi istifade edemez ve aradığı çözüme kavuşamaz.


İşte bu gibi durumlarda mümini -Allah dilediği takdirde- mutlak olarak doğru yola sevk edecek kesin bir çözüm vardır: Ölümü, ahireti, cennetin ve cehennemin yakınlığını; ölümle birlikte, dünyada iken kafasında var olan tüm düşüncelerin bir anda yok olacağını; Allah'ın rızasını ve rahmeti kazanabilmek dışında hiçbir şeyin bir öneminin kalmayacağını düşünmek... Ve henüz yaşarken, “varsayalım ki öldüm” “etrafımdaki tüm insanlar da öldü” “tüm olaylar çoktan son buldu” ve “tüm bildiklerimle birlikte ahiretteyim” diyerek hareket etmek...


Öldüğünde insan nasıl ki artık kendisi hakkında herhangi bir konuda hak iddia etmeyecek, herhangi bir şeyi halletmenin peşine düşmeyecek; olayları, insanları analiz etmekten, kendisine karşı olan davranışları, bakış açılarını, konuşmaları yorumlamaktan vazgeçecek; olaylara, insanlara, hayata karşı şüphe ve kuruntularla yaklaşmanın anlamsızlığını görecek ise, bu gerçeği henüz yaşarken kavrayan bir insan da -Allah'ın izniyle- aynı yüksek aklı ve imani olgunluğu ölmeden önce de elde edebilecektir.


Bu imani olgunlukla hareket eden bir insanın üzerindeki olumsuz tüm baskılar kalkacaktır. Aklında oluşan karmaşa dağılacak, kişi saf olarak Kuran ile düşünüp hareket edebilecek ve Allah'ın razı olacağı ahlaka ulaşabilecektir.

Şeytanın tüm oyunları etkisiz hale gelecektir. Ondan gelen kuruntu, şüphe ve vesveseler böyle bir müminin kalbine etki edemeyecektir. Öncesinde şeytanın verdiği kuruntularla, onulmaz dertlerle karşı karşıya olduğunu sanan bir kimse, bu gerçeği kavramasıyla birlikte şeytanın vereceği vesveselere en fazla gülüp geçecektir.




  • “Varsayalım ki ben öldüm”, “varsayalım ki dünya yerle bir oldu” ve “varsayalım ki çevremdeki iyi ve kötü insanların tümü öldü” diye düşünen bir insanın nasıl bir ahlak anlayışına sahip olacağını kavramak da son derece önemlidir:

  • Adeta ölmüşçesine dünyadan geçen bir insan, aynı zamanda dünyevi tüm haklarından da feragat etmiş olur. Artık bir bedeni yoktur ki, bedenine dair bir konuda hak idda etsin. Ya da artık bir nefsi yoktur ki, nefsine dair haklarının peşine düşsün. Ve bu bir kayıp da değildir; aksine kazançların en büyüğüne; Allah'ın rızasını kazanma yoluna açılan önemli bir kapıdır. Kamil iman olgunluğunu yaşamanın bu sırrı, mümine müthiş bir manevi güç kazandıracak hayırlı bir tefekkür şeklidir.

  • Bu düşünce şekli ile birlikte kişinin, haklı olduğunu, hakkının yendiğini ya da hakkının takdir edilmediğini düşündüğü her konu, hiç var olmamışçasına ortadan kalkar. Haklılık düşüncesinin neden olduğu dargınlık, küskünlük, alınganlık ya da kızgınlık gibi tüm tavır bozukluklarından kurtulur. Kuran dışı bir adalet elde etme arzusundan kurtulur. Dolayısıyla bu konudaki muhataplarına karşı en mükemmel ahlakı gösterebilecek bir gönül ferahlığı elde eder.

  • Çözemediği ve çözülemeyeceğini sandığı konuların aslında ne kadar kolay halledilebilir olduğunu kavrar. Çözümün şeytanın karmaşasında değil, Allah'a samimi teslim olmakta olduğunu görür.

  • Allah'a teslim olan bir mümin ise, Allah'ın eşsiz koruması, rahmeti ve desteğini kazanır. Böyle bir insan, dünyada maddi manevi başka hiçbir şey ile elde edilemeyecek bir güç elde etmiş olur. Allah'ın rızasına uygun olan ahlaka uymanın müthiş bir pozitif etkisi vardır. İşte mümin bu pozitif gücün etkisi altına girer. Üzerindeki imani coşku, neşe, mutluluk ve mutmainlik, fiziksel olarak da manevi olarak da, her an her konuda olabilecek en güzel, en aktif ve en fazla çabayı gösterebilmesini sağlar.

  • Böyle bir kişi çevresindeki her insanın sevdiği, saygı duyduğu; yanında olmayı, sohbetine katılmayı, dostluk etmeyi isteyeceği; güvenilir, dengeli, olgun, sevgi dolu, canlı, neşeli, akıllı, uyumlu, munis bir insan haline gelir. Böylece dünya şartlarında olabilecek en üst seviyede sevgiyi yaşayabilecek; derin sevmeyi, derin sevilmeyi tadabilecek bir ahlaka ulaşır.