30 Haziran 2010 Çarşamba


''Bozulma kültürü''nün küçük düşürücülüğünü görebilmek...

İnsan çocukluk yıllarında edindiği bir alışkanlığı, -üzerine gidip değiştirmediği takdirde- hayatı boyunca sürdürür. Toplumda yaygın olan ve yanlış olup olmadığı hiç sorgulanmayan pek çok alışkanlık da bu şekilde insanlar arasında yayılır.

Toplumda ‘bozulma’ olarak ifade edilen tavır da, insanlar arasında kabul görmüş olan bu alışkanlıklardan biridir. Genellikle de, eğer içerisinde bulunulan durumun ‘bozulmayı’ gerektirdiğine inanılırsa, bu tavrın uygulanmasında hiçbir sakınca görülmez.

Belki pek çok insan bu tavır bozukluğuna, daha önce hiç farklı bir bakış açısıyla bakmamıştır. Çünkü bir açıdan bakıldığında ‘bozulma’ olarak adlandırılan bu tavrın, diğer bir bakış açısından bakıldığında aslında çok küçük düşürücü olduğu görülebilecektir.

Öncelikle insanın şunu düşünmesi gerekir: Gerçekten rahatsız olacağı bir durum oluşsa bile, insanın bu durum karşısında aniden yüzünün atması, mimiklerinin bozulması, yüz hatlarının kasılması, konuşma ve bakış bozukluğu oluşması, ani bir öfkeye kapılması normal midir? Sağlam bir kişiliğe sahip olan bir insanın, son derece sıradan bir söz ya da tavır karşısında dahi, bir anda o sağlam kişiliğini kaybedip bu kadar acizleşmesi makul bir şey midir? Tek bir sözle dahi dengesinin bozulması, şahsiyetinin sarsılması, ne ruhen ne de bedenen kendine hakim olamayacak hale gelmesi, tüm yüz ve beden kontrolünü kaybetmesi şaşırtıcı değil midir? Böyle bir insanın gerçekten sağlam bir kişiliğe sahip olduğundan bahsedilebilir mi? Ya da böyle bir insanın kişilik özelliklerine güven duyulabilir mi? Elbetteki tüm bunlar, bu insanda, henüz sağlam bir kişilik özelliklerinin oluşmadığının alametleridir. Ve dolayısıyla da, elbetteki bu tavra yenilmek; rahatsız edici bir durumla karşılaşınca hemen ‘bozulmak’, çok küçük düşürücü bir davranıştır.

İnsanın ‘bozulma’ ahlakının kişiyi ne kadar küçük düşürdüğünü ve nasıl aciz bir görünüm almasına neden olduğunu anlamasının en güzel yöntemlerinden biri, bu tavrı çevresindeki insanlarda gözlemlemesidir. Çünkü insan bazen kendisini tam anlamıyla ‘dışarıdan bir gözle’ görüp değerlendiremez. Ayrıca haklı olduğunu düşündüğü noktalar da, gerçeği tam olarak analiz edebilmesini engeller. Ancak bir başkasına çok objektif ve dürüst bir bakış açısıyla yaklaşabilir. Bu nedenle bu tarz bir inceleme, çoğu zaman kişiye büyük faydalar sağlar.

Bakıldığında, belirli bir yaşa ve olgunluğa ulaşmış bir insanın, bir anda henüz kişiliği gelişmemiş küçük bir çocuğun özelliklerini göstermeye başlamasındaki ve iradesini kaybedip kontrolsüz hale gelmesindeki gariplik çok dikkat çekicidir. Hiçbir insan, dışarıdan seyrettiği böyle bir insanın konumuna düşmek istemez. Ama nedense, konu kendisi olduğunda bu tavra yenilir.

Ayrıca bu gibi insanlar sadece kendilerine yanlış bir tavır gösterildiğinde değil, alınganlıkları sebebiyle normal tavırlar karşısında da çok hızlı bir şekilde ‘bozulabilirler’. Bazen iyi niyetle yapılan bir tavır, güzellik oluşturması için söylenen bir söz, samimi bir sevgi gösterisi gibi davranışlar da, bu tür insanlar tarafından yanlış algılanarak hemen ‘bozulmaya’ neden olur.
Bu nedenle öncelikle ‘bozulma’ denilen bu tavrın, Kuran ahlakıyla hiçbir şekilde bağdaşmadığının anlaşılması çok önemlidir. Allah Kuran'da iman eden insanların, nasıl insanlarla ve nasıl tavırlarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, kontrollerini kaybetmediklerini ve Kuran ahlakından uzaklaşmadıklarını bildirmiştir. Müminin böyle durumlar karşısındaki ahlakı ise ayetlerde şöyle haber verilmiştir:


O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler.(Furkan Suresi, 63)


Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir?
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz.
(Fussilet Suresi, 33-35)

Kuran'da anlatılan bu ahlak, müminin sağlam kişiliğini, asaletini ve en zor şartlarda dahi asla basitliğe meyletmediğini göstermektedir. Dolayısıyla insan, en başta Kuran ahlakının bir gereği olarak, nefsini bu yönde eğitmeli, böyle bir eksikliği kendine yakıştırmamalıdır.

Bunun yanında, yanlış bir tavır görüldüğünde, buna aynısıyla ya da daha kötüsüyle karşılık vermek çok hatalıdır. Eğer bir insan bir şeyin yanlış olduğunu görebiliyorsa, kendisine bu tavrın yapılmasından hoşlanmıyorsa, bunu başkalarına da yaptığı takdirde, o kişiye de aynı rahatsızlığı vereceğini biliyordur. İşte müminin vicdanı buna izin vermez. Sırf nefsini rahatlatmak için, böyle yanlış bir tavır göstermeyi kabul etmez.

Bir de insan, muhakkak ki hayatı boyunca çok çeşitli insan karakterleriyle karşılaşacaktır. Karşısına Kuran ahlakından uzak, cahilce davranışları olan, basit tavırlara tenezzül eden insanlar da çıkacaktır. Eğer insan, her böyle bir insanla karşılaştığında onlara uyum sağlayacak olursa, o zaman sağlam ve güvenilir bir kişilik gösteremiş olur. Halbuki müminin özelliği, nasıl bir ortama girerse girsin, nasıl insanlarla karşılaşırsa karşılaşsın kişiliğinden ödün vermemesi, Kuran ahlakını uygulayanlar dışında, kimseye uyum göstermemesidir.

Ayrıca insanın ‘bozulma’nın mantığını da iyi düşünmesi gerekir. ‘Bir insan neden ‘bozulur’? Bir kimsenin ‘bozulduğunu’ insanlardan gizlemeye gerek duymamasının ve hatta bunu iyice pekiştirecek şekilde dışa vurmasının sebebi nedir?’

İnsan çevresindeki kişilerden nefsine yönelik olumsuz bir tavır gördüğünde ‘bozulur’. Ancak bu da tüm diğer davranış bozuklukları gibi, herşeyi Allah'ın yarattığının ve insanın kaderini yaşadığının unutulmasından kaynaklanır. Hiçbir şey Allah'tan bağımsız olarak oluşamaz. Hiçbir insan, Allah dilemedikçe, bir insanı kızdıracak, rahatsız edecek, üzecek, küçük düşürecek, alay edecek bir tavırda bulunamaz. Dolayısıyla eğer insan böyle bir tavır ile karşılaşıyorsa, bunu ona Allah özel olarak göstermektedir. Demek ki o kişinin o tavırlarında, kişiyi düşündürtecek büyük hayırlar ve hikmetler vardır.

‘Bozulduklarını’ ısrarla çevrelerine hissettirmeye çalışan insanlar, genellikle bunu kin, öfke ve intikam hisleriyle yaparlar. Oysa ki eğer insanın kendisine karşı yapılan bir haksızlık ve gerçekten mağdur olduğu bir durum varsa ve kişi, karşı tarafın yaptığı bu haksızlığın karşılığını almasını istiyorsa, yapacağı en güzel tavır, bunu ‘Allah'a bırakmak olacaktır’. Allah sonsuz adalet sahibidir. Bir haksızlıkla karşılaştıkları zaman tevekkül edip kendisine sığınan kullarına, Allah dünyada ve ahirette sonsuz adaletiyle karşılık verecektir.

İşte müminin, bu önemli gerçeği bilmenin huzurunu yaşaması; Allah'a güvenerek, herşeyde hayır ve hikmet görerek, üzerindeki bu cahiliye ahlakını tam olarak temizlemesi gerekir. Allah Kuran'da müminleri sonsuz adaletiyle şöyle müjdelemiştir:


Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve Kendi yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)

Allah'a döneceğiniz günden sakının. Sonra herkese kazandığı eksiksizce ödenecek ve onlara haksızlık yapılmayacaktır.(Bakara Suresi, 281)

29 Haziran 2010 Salı


Hatadan sonra yaşanan pişmanlık nasıl olmalıdır...

Hiç kimse hata yapmak istemez. Ama bu, dünya hayatındaki imtihanın önemli bir parçasıdır. İnsan pek çok konuda hata yaparak eğitilir ve çoğu zaman da, o hataları bir daha yapmamaya ancak bu şekilde karar verir.

Hata, insanın bir parçası olduğuna göre, insanın bu konuyu da kapsamlı olarak düşünüp kendini bu duruma hazırlaması gerekir: ‘Bir hata yapıldığında, hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’, ‘insanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması, Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olur?’, ‘Kuran'a göre hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıldır?’, ‘hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’, ‘insan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli o hatanın ezikliğini yaşamalı mıdır?’, ‘bir insan o hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’, ‘hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’

Allah Kuran'da insanlara tüm bu soruların kesin cevaplarını vermiştir. Dolayısıyla insan bir hata yaptığında, hayatının bundan sonrasında bu konuyu nasıl değerlendirmesi gerektiğini Kuran'a göre belirlemelidir.

‘Bir hata yapıldığında, o hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’

Allah'tan korkan bir insan, kendisine yaptığı yanlışın doğrusu hatırlatılır hatırlatılmaz hiç gurur yapmadan tavrını değiştirir. Bu, bir Müslüman için çok önemli bir mümin alametidir. Eğer anladığı halde anlamazdan gelirse, bile bile doğru tavrı göstermekte ağırdan alırsa, bu da onun şüpheli bir insan olduğu imajını verir. Çünkü Allah korkusu, bir insanın yanlış bir tavır içerisinde olduğu halde bunu sürdürmesine izin vermez. ‘İnsanlar ne düşünür?’, ‘küçük düşer miyim?’, ‘tavrımı hemen değiştirmekle hatamı kabullenmiş konumuna gelir miyim?’, ‘insanlara karşı itibarım zedelenir mi?’, ‘böyle yaparsam gururumu kırmış olur muyum?’ gibi insanlara yönelik hesaplar içerisine girmez. O anda yalnızca Allah Katındaki konumunu düşünür. Allah'ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan vazgeçip, Allah'ın beğeneceği bir tavır göstereceğini bilerek sevinçle hatasını terk eder.

İşte hatadan vazgeçmek bundan ibarettir. Karmaşık bir şey yoktur. Uzun uzun günlere, haftalara yayılması gereken bir durum yoktur. Yapılan hata her ne kadar büyük olursa olsun, insanın vazgeçmeye karar vermesiyle birlikte, Allah'ın en razı olacağı tavrı uygulamaya başlamasıyla birlikte, -Allah'ın izniyle- o hata da ortadan kalmış olur.

Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir.(Al-i İmran Suresi, 135)


‘İnsanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması ve Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olmalıdır?’

Allah Kuran'da, ‘samimi olan kullarının kurtuluşa ereceğini’ bildirmiştir (Hicr Suresi, 40). Dolayısıyla bir hata yapıldığında, o insanı Allah'a en yakınlaştıracak olan şey de samimiyettir. Allah'a ne kadar temiz, samimi ve dürüst bir kalple yöneliyorsa, hatasını da o kadar iyi anlamış ve o kadar derinden pişman olmuş demektir. Eğer bu hata, o kişinin, Allah'ın huzurundaki aczini ve Allah'a olan muhtaçlığını çok daha iyi kavramasına vesile olmuşsa, bu da o kişinin samimiyetinin bir göstergesidir. Yaptığı hatadan dolayı Allah'tan saygıyla korkup sakınıyorsa, hesap gününde bu tavrından sorumlu tutulmaktan korkuyorsa, acz içerisinde Allah'ın lütfuna ve affediciliğine sığınıyorsa, Allah'ın izniyle Kuran ahlakına uygun bir ahlak içerisinde demektir. Böyle bir insan, Allah'ın tevbesini kabul etmesi ve kendisini affetmesi için can-ı gönülden dua eder. Bir daha aynı hatayı tekrarlamamak için Allah'a kendi içinden çok samimi olarak söz verir.

Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Maide Suresi, 39)

Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince); artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim. (Bakara Suresi, 160)

Kötülük işleyip bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler; hiç şüphesiz Rabbin, bundan (tevbeden) sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir. (Araf Suresi, 153)


‘Kuran'a göre, hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıl olmalıdır?’

‘Hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’

‘İnsan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli olarak o hatanın ezikliğini yaşamalı mıdır?’

İman etmeyen insanlar ile Allah'tan korkan müminlerin hata karşısında yaşadıkları rahatsızlık çok farklıdır. İman etmeyen kimi insanlar, bir hata yaptıklarında, üzerinde tek bir saniye dahi düşünmeden umursuzlukla hayatlarına devam edebilirler. Ne Allah'a karşı bir pişmanlık hissi, ne telafi etme isteği, ne hatadan vazgeçme arzusu ne de bir daha tekrarlamamak için tedbir alma ihtiyacı içinde olurlar.

Müminler ise çok hassas bir vicdana sahiplerdir. Vicdanlarına uymayan en küçük bir tavır bile, manen bu durumdan müthiş rahatsız olmalarına neden olur. Allah'tan saygıyla korktukları için, Allah'ın razı olmayabileceği bir tavır göstermiş olma ihtimallerinden dolayı ciddi şekilde tedirgin olurlar. Ancak bu rahatsızlıklarını ve tedirginliklerini yine Allah'a sığınarak, Kuran ahlakıyla hareket ederek ortadan kaldırırlar. Cahiliye insanlarında olduğu gibi, tedirgin oldukları için ruhsal bir bunalıma girmezler. Hatalarını duygusal bir bakış açısıyla değerlendirip üzüntüye, sıkıntıya, karamsarlığa ya da umutsuzluğa kapılmazlar. Bu tedirginlikleri, onlarda yalnızca çok derin ve şiddetli bir pişmanlık hissi oluşturur. Ancak bu, ‘şeytani’ değil, ‘rahmani bir pişmanlık’tır.

Kimi cahiliye insanları ‘pişmanlık’ denilince bunun, ‘insanın içine kapanması, çevresindeki insanlardan uzaklaşması, bitmeyen bir suçluluk hissiyle yaşaması, bunalıma girmesi ve hayatının geri kalanında sürekli olarak bu hatasının acısını çekmesi’ olduğunu sanırlar. İşte bu ‘şeytani bir pişmanlık’ şeklidir. Ve bu pişmanlığın devamında, o hatanın düzeltilmesi de söz konusu değildir. Sadece şirke dayalı bir pişmanlığın sıkıntısı yaşanır.

Müminler ise yaşadıkları derin pişmanlık ile birlikte, çok üst bir samimiyet elde ederler. -Allah'ın izniyle-, Allah'a daha da yakınlaşırlar, Allah'a daha da derinden dua ederler. İman coşkuları, Kuran ahlakını yaşamaktaki kararlılıkları, Allah'a olan bağlılıkları, ahirete olan inançları, Allah korkuları çok daha fazla artar. Her konuda çok daha iyi olmak için çok daha samimi kararlar alır, çok daha fazla çaba harcayacak bir şevk ve enerji kazanırlar.

Cahiliye insanları, herşeyi Allah'ın yarattığını düşünmedikleri ve kadere iman etmedikleri için, hayatlarının sonuna kadar yaşadıkları pişmanlık hissinden ve suçluluk duygusundan kurtulamazlar. “Eğer şöyle yapmamış olsaydım, bugün bu durumlar oluşmazdı”, “Şu kişi bana şöyle yapmamış olsaydı, ben şimdi çok farklı bir durumda olurdum” gibi, halihazırdaki durumlarına hiç bir faydası olmayacak varsayımlar üzerinde düşünüp, üzülüp dururlar.
Müminler ise her hatalarından ders alırlar. Onlar da, “Şimdiki aklım olsaydı asla öyle düşünmezdim ya da öyle davranmazdım” derler ama olayların, Allah o şekilde dilediği için ve kaderde o şekilde olması gerektiği için öyle gerçekleştiğini hiç unutmazlar. Defalarca aynı tarihe döndürülseler, her seferinde de olayların aynı şekilde gerçekleşeceğini bilirler.

Dolayısıyla müminlerin yaşadığı pişmanlıkta ‘şirk yoktur’. Kendilerini kınarken, nefislerini eleştirirken ve yaptıklarından dolayı pişmanlık duyarken, bunların tümünün kaderde olduğu için o şekilde gerçekleştiğini unutmazlar. Bu nedenle de cahiliye insanlarında olduğu gibi, ‘kurtulamadıkları bir suçluluk hissiyle yaşamazlar’. Yaşadıkları pişmanlık da, “Nasıl yaptım?”, “Neden yaptım?”, “Keşke yapmasaydım...” gibi Kuran dışı mantıklara dayalı değildir. Herşeyin, yalnızca Allah öyle dilediği için yaratıldığının şuurundadırlar. En büyük hataları da yapmış olsalar, en büyük zararlara da yol açmış olsalar, tüm bunları Allah'ın yarattığını, hepsinin kaderin bir parçası olduğunu ve hepsinde insanlar için pek çok hayır ve hikmet olduğunu bilirler. Bu nedenle de o hatadan sonrasındaki hayatlarını suçluluk ve eziklik hisleri içerisinde geçirmezler. Hem Allah'tan korkarak hem de Allah’ın rahmetini umarak, samimi olduklarını bilerek, ellerinden gelenin en iyisini yapmak için sürekli olarak çaba harcarlar.

Elbetteki yaptıkları hataları unutmazlar. Ancak bu ‘unutamamalarından’ kaynaklanmaz. İmanın ve Allah korkusunun bir gereği olarak, hataları, müminlerin çok daha iyi olmalarına vesile olur. Müminler de hatalarını işte bu sebeple unutmazlar. Bir konuda belki bir kez hata yaparlar ama hayatlarının sonuna kadar o hatayı hatırlarında tutarak, o olaydan aldıkları dersten istifade ederek benzer bir tavır göstermekten sakınırlar.

Cahiliye insanları ise tevekkül edemedikleri, kadere ve Allah'ın herşeyi hayırla yarattığına inanmadıkları için, hatalarını unutmayı isteseler de başaramazlar. Hayatlarının sonuna kadar hep o hatalarının etkisinde kalarak; onun suçluluğu ve ezikliğiyle yaşarlar.


Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur; (A’la Suresi, 14)

(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 118)


‘Bir insan o hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’

Allah insana akıl, vicdan, irade ve muhakeme gücü vermiştir. Samimi olan her insana, bu özelliklerin kapısı sonuna kadar açılır. Gönülden iman eden, Allah'tan saygıyla korkan bir insan, yaptığı hatanın ardından, aklı ve vicdanıyla, eksik ve kusurlu olduğu yönlerini tüm detaylarıyla görüp kavrar. Allah korkusundan kaynaklanan güç ve iradeyle bu konuda müthiş bir titizlik gösterir. Karşısına çıkan her olayla elinden gelenin en iyisini yapmaya, Kuran ahlakına en uygun ahlakı uygulamaya çalışır. Allah'ın razı olmayacağı ahlaktan sakınmada çok kararlıdır. Vicdanının uyarılarına hemen kulak verir. Kuran'a uygun olmayacağını gördüğü bir tavırda bulunmaktan hemen Allah'a sığınıp sakınır.

Bu insan yalnızca daha önce yaptığı hatalardan ders almakla kalmaz, aklını ve vicdanını kullanarak yapabileceği muhtemel hataları da düşünüp önceden değerlendirir. Nefsini bu yönde gözden geçirir; eksik olduğu yönlerini tespit eder ve bu konularda kendisini önceden eğitmeye çalışır. Çevresindeki insanların tecrübelerinden, hatalarından, hatırlatmalarından da ders alır. İnsanları iyi, kötü, güzel ve eksik yönleriyle iyi analiz eder; ve gördüğü kusurları, kendisi daha o hataya düşmeden, kendi üzerinde kontrol edip düzeltir. Kuran'da bildirilen ayetler doğrultusunda, her insanın nefsinde bulunan eksiklikleri öğrenir. Bunların Kuran'da bildirilen çözümlerini tespit eder ve kendi nefsini bu şekilde eğitir.

Nefsinde özellikle belirli bir konuda bir sorun tespit ediyorsa; özellikle bir konuda nefsinin azgın olduğunu hissediyorsa, bu durumda da o konu üzerinde ‘ihtisas çalışması’ yapar. Örneğin tespit ettiği eksiklik gurursa, nefsini iyice ezip eğittiğine samimi kanaati gelene kadar, gururunu ezecek davranışlarda bulunur. Öfkeye karşı bir eğilim hissediyorsa, sürekli olarak alttan almanın, hoşgörülü, ılımlı, affedici olmanın denemelerini yapar. Kıskançlığa yatkın olduğunu düşünüyorsa, nefsini ezip hep önceliği başkalarına veren, onları onore eden, onları önplana çıkaran tavırlara yönelir.

Eğer bir insan, bu kadar samimi bir gayretle kendini eğitmeye çalışıyorsa, Allah'ın izniyle Rabbimiz ona bu samimiyetinin karşılığını hem dünyada hem de ahirette verecektir. Allah nefsine karşı o kişiye yardım edecek ve umulur ki samimiyetle yaptığı hatalarını inşaAllah bağışlayacaktır.


Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)


‘Hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’

Bir hatanın en güzel telafisi, yine ‘Allah'a karşı olan samimiyettir’. Allah'a karşı samimi olan bir insan, Allah'ın izni ve yardımıyla çevresindeki insanlara karşı da tavrını en güzel şekilde telafi edebilir. Çünkü Allah'tan korkup sakınan bir insana Allah, hatasını telafi edebileceği en güzel imkanları ve fırsatları yaratır. Allah korkusu o kişinin yüzünde derin bir nur ve samimiyetle ortaya çıkar. Allah'tan korkan bir müminin yüzündeki bu samimi ifade, çevresindeki insanlara güven vermek ve kalplerinde sevgi, saygı oluşturmak için yeterlidir. Dolayısıyla en etkili telafi, müminin kendi kalbinde Allah'a karşı olan samimiyetiyle elde edebileceği telafidir.
Elbetteki mümin hangi konuda hatalı bir tavır gösterdiyse, bunun tam tersi eylemlerle, güzel söz ve tavırlarla da bu güveni, saygıyı ve sevgiyi sürekli olarak beslemeli, hatasından samimi olarak pişman olduğunu ve Allah'tan korktuğunu Kuran ahlakına uygun tavırlarıyla müminlere göstermelidir.


Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır... (Yunus Suresi, 26)

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Furkan Suresi, 70)

İşte bunlar; yaptıklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz; (bunlar) cennet halkı içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan doğru bir vaaddir. (Ahkaf Suresi, 16)

... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

28 Haziran 2010 Pazartesi



İnsan kendini olumsuz düşüncelere teslim edip bırakmamalıdır...

Bazen insan, herhangi bir konuda hiç çaba harcamasa da, yine de kendiliğinden ortaya iyi bir şeyler çıkacağına inanır. Oysa ki bu tümüyle yanlış bir inançtır. Hiçbir güzellik çaba harcamadan kendi kendine ortaya çıkmaz. Bu, Allah'ın insanlar için yarattığı imtihanın bir kuralıdır.

İnsan nefsinde, iyi ve kötü olan herşey biraradadır. Bu da, Allah'ın insanlar için yarattığı imtihanın bir başka özelliğidir. İnsan, hayatının son saniyesine kadar nefsindeki kötülüklere karşı mücadele etmek durumundadır. Nefsini kendi haline bıraktığı takdirde, bu iyilikler hiçbir zaman için kendi kendine kötülükleri yenerek baskın çıkamaz. İnsan bunun için sürekli olarak çaba harcamalıdır. Aklını, iradesini, vicdanını sürekli olarak daha iyi olabilmek için kullanmalıdır.

İnsanın bu mücadelesinde irade kullanarak elde etmesi gereken özelliklerden biri de ‘olumlu düşünmek’tir. İyi ve kötünün birarada olduğu ‘nefsin, insanları olumsuz düşünmeye teşvik etme özelliği’ de vardır. Ve elbetteki bunu, çeşitli kılıflarla örterek, doğru ve mantıklı göstererek, hatta akılcılığın bir gereği olduğunu düşündürterek yapmaya çalışır. Olumlu düşünmenin bir anlamda ‘kendini kandırmak’ olacağını, ‘olumsuzlukları düşünmenin ise, insanı her zaman için daha iyi ve tedbirli hale getireceğini’, ‘daha akılcı adımlar atmasını sağlayacağını’, ‘böyle bir insanın tehlikeleri, riskleri çok daha iyi göreceğini’telkin eder. İnsanları, olumsuz düşünmenin ‘gerçekçilik’, olumlu düşünmenin ise ‘insanın kendini kandırması’ olduğuna inandırtmaya gayret eder.

İnsanın böyle bir durumda Kuran ahlakından yana tavır alması gerektiği çok açıktır. Allah Kuran'da Müslümanlara ‘tevekkül etmeyi, her olayı hayra yormayı, Allah'ın kaderde herşeyi hayırla yarattığını düşünmeyi, her ne olursa olsun her konuda Allah'tan ümitvar olmayı’ bildirmiştir. O halde mümin, Kuran'ı ölçü aldığı için, şeytan ya da nefsi aksini her ne kadar makul görünen delillerle süslese de, olumlu düşünmekten yana tavır koyacaktır.

Ayrıca insan gerekirse ‘olumlu düşünmek’ ile ‘olumsuz düşünmenin’ insanlara kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini basit ve hızlı bir mantık kıyaslamasıyla da çok açık bir şekilde kavrayabilir.

Olumsuz düşünmek, kişiyi en başta Allah'ın rızasına uygun düşünmekten ve Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşamaktan uzaklaştırır. Allah'ı ve Allah'ın sonsuz güzel sıfatlarını unutmasına neden olur (Allah'ı tenzih ederiz). Allah'ın aklını, şefkatini, merhametini, sevgisini, adaletini, kullarına olan yakınlığını, dualara karşılık veren olduğunu, samimi olan kullarını affedeceğini, ahirette herşeyin karşılığını en güzeli ve en fazlasıyla vereceğini unutturur. Dünyada olup biten olayların Allah'tan bağımsız olarak gerçekleştiği (Allah'ı tenzih ederiz) inancına kapılmasını yol açar. Tüm bunların sonucunda da kişinin cahiliye insanlarının mantığıyla düşünmesini sağlar. Bu da insanı daimi bir üzüntü içerisine sokar. Her olaya karamsar bir bakış açısıyla bakan; karanlık, kasvetli, içine kapalı, mutsuz bir insan modeli ortaya çıkar. Böyle bir kişi, aklındaki bozuk mantık örgülerinden dolayı çevresindeki insanlara ve yaşadığı olaylara karşı yapıcı bir tavır sergileyemez. Etrafındaki insanlara karşı hep olabilecek en olumsuz ihtimallerle yaklaştığı için alabildiğine şüpheci, önyargılı, mesafeli ve küskün bir tavır içindedir. Negatif düşünen, negatif konuşan, negatif adımlar atan bir insan olarak çevresindeki insanların sevgisini, saygısını, güvenini kaybeder. Yanında rahat edilemeyen ve dostluğu tercih edilmeyen bir insan haline gelir. Kimseyi gerçek anlamda gönül rahatlığıyla sevemez, kimseye şüphe duymadan güvenemez. Hayatı sürekli tedirginlik, mutsuzluk, üzüntü ve karamsarlık içinde geçer. Tüm bunların sonucunda da, manevi açıdan olduğu gibi fiziksel olarak da pek çok yönden güçsüz düşer.

Bunun yanında, olumlu düşünen bir insan ise, bu özelliğiyle herşeyden önce Allah'ın razı olacağı ahlakı göstermiş olur. Çünkü olumlu düşünmek, Allah'ın beğendiği ahlakın, samimi imanın, Allah'a duyulan güven ve teslimiyetin bir gereğidir. Bu ahlakı yaşayan kişinin vicdanı rahattır, çünkü Kuran'a uygun bir tavır içerisindedir. Yaşadığı olayları, etrafındaki insanları Allah'ın istediği ve beğendiği şekilde yorumlamaktadır. Her olayı hayra yoran, herşeyin güzel yönlerini gören bir yaklaşımı vardır. Yaşadığı olaylardaki olumsuzlukları bulup, bunlara üzülüp, sıkılıp karamsarlığa kapılmak yerine; %1’lik bile bir güzellik varsa, bu nimet için Allah'a şükreden ve bunun sevincini yaşayan bir ahlak içerisindedir. Allah'ın her insan için olduğu gibi, kendisi için de sayısız nimet yarattığının farkındadır. Olumsuz gibi görünen tüm olayların Allah'ın birer imtihanı olduğunu ve ‘Allah'tan yana tavır gösterildiğinde’ bunların her birinin, dünyada ve ahirette kişiyi nimete kavuşturacak vesileler olduğunu bilir. En zor, en kormaşık, en sıkıntılı olaylarda bile olumsuz düşünmez çünkü ‘Allah'ın, samimi kullarına kesin olarak yardım edeceğini’ unutmaz. Gücünün yetmediği bir şeyde paniğe kapılmaz, çünkü Allah'ın sonsuz güç sahibi olduğunun şuurundadır. Olayların kendi kendine olmadığını; Allah'ın herşeyi hayır ve hikmetlerle yarattığını bildiği için her yaşadığında bir güzellik görür. Tüm bu gerçekleri bilmesi, ona dünyada daimi bir huzur ve mutluluk kazandırır. Her ne olursa olsun, Allah'tan ümitvar olmanın, Allah'a çok güvenmenin, Allah'ın yardımını ummanın rahatlığı içerisindedir. Her konuda son derece pozitif ve yapıcı bir yaklaşımı vardır. Olaylarda ya da insanlardaki olumsuzlukların, eksikliklerin, kusurların elbetteki farkındadır. Ama bunun çözümünün, herşeye karamsar bir bakış açısıyla bakıp, üzülüp, sıkılıp, ters tavır almak olmadığını bilir. Bu eksiklikleri gidermek için atacağı her adımı Allah'a güvenerek, olumlu düşünerek, ümitvar olarak, güzellikleri görüp bunları esas alarak yapar. Dolayısıyla çevrelerinde en sevilen, akıllarına en çok güven duyulan, sözlerine en çok itimad edilen, fikirlerine en çok danışılan, dostlukları en çok tercih edilen insanlar, işte olumlu düşünen, bu ahlaka sahip kimselerdir.

Ayrıca ‘olumlu düşünmek’, ‘kendini kandırmak’ ya da ‘gerçekçi düşünmemek’ değildir. Aksinepek çok insanın göremediği asıl gerçeği görmek; ‘Allah'ın sonsuz gücünü gereği gibi takdir edebilmek, Allah'ın dilediği herşeyi yapabileceğini bilmek’ demektir. Asıl gerçekçilik budur. Asıl doğruluk, dürüstlük budur. Asıl aksi, insanın kendini kandırmasıdır. Çünkü aksini düşünen insan, herşeyi kendisinin ya da karşısındaki insanların yapacağını zannetmektedir. Kendi gücünün ve insanların gücünün ne kadar sınırlı olduğunu; varlıkların ne kadar acz içerisinde olduğunu gördükçe de, kendince olumsuz düşüncelere kapılmaktadır. Oysa ki kendi gücü zaten hiçbir şeye yetmez. İnsana olumlu düşünebilme, ümitvar olabilme, her olayın sonucundan bir güzellik umma gücünü veren ‘Allah'ın gücüne olan inancı’ ve‘Allah'ın gücünü gereği gibi kavrayabilmiş olması’dır.

Tüm bu gerçekleri dikkatle gözden geçiren bir insan, ‘Allah'ın rızasının, olumlu düşünmekte olduğunu’ görmelidir. Bununla birlikte, olumsuz düşünmenin insana hiçbir faydası olmadığını; aksine kişinin hayatını çok kötü ve kavruk hale getirdiğini, çok zorlaştırdığını ve manen çok kalitesizleştirdiğini kavramalıdır. İnsanı bir üzüntüden bir başkasına sürükleyen, her yerde, her olayda kişiye mutsuzluğun kapısını açan, ne kendisine ne de başkalarına hiçbir faydası olmayan şeytani bir bakış açısı olduğunu anlamalıdır. Kuran ahlakı insanın, Allah'ın insanlar üzerindeki büyük lütfunu görmesine, etrafındaki güzelliklerin sevincini ve mutluluğunu yaşamasına, tüm bunlar için Allah'a gönülden şükretmesine ve en zor şartlarda bile Allah'tan güzellik ummasına vesile olur. İşte asıl gerçekçilik budur.

Bunun yanı sıra olumsuz düşünmenin ‘tedbircilik’ olduğunu sanan bir insan, bu konuda da tamamıyla yanılmaktadır.Öylesine karamsar, çökmüş, içine kapanmış, mutsuz, ümitsiz bir insanın gerçek anlamda tedbir alabilmesi zaten pek mümkün değildir. Doğru düşünebilme, olayları olduğu gibi görüp isabetli değerlendirebilme ve tedbir alabilme yeteneğini, yaşadığı ruh haliyle birlikte zaten kaybetmiş durumdadır. İnsan tedbir alabilmeyi, ancak olumlu düşünmenin getireceği huzurlu, akılcı, pozitif ve dengeli bir ruh hali içerisindeyken gerçekleştirebilir. İnsanları, olayları ve tehlikeleri doğru analiz edebilmesi, ancak böyle makul bir bakış açısı içerisindeyken mümkün olabilir.

Allah'ın Kuran'da insanlara bildirdiği bir sır vardır.İnsan, olumsuzluklardansa, çevresindeki güzellikleri, nimetleri, olumlu gelişmeleri görebildiği ve bu bakış açısıyla düşünebildiği tekdirde ‘Allah bu kişiye olan nimetini daha da fazla artırmaktadır’. Aksi olduğunda, yani insan sürekli içerisinde bulunduğu şartlardan, yaşadığı olaylardan, çevresindeki insanlardan şikayetçi olduğu, yalnızca eksiklikleri, kusurları görebildiği, güzelliklerin ise gereği gibi farkına varamadığında ise, bu kişi kendi oluşturduğu mutsuzluğun getirdiği kötü bir hayat yaşamaktadır.

İşte her insanın, Allah'ın bildirdiği bu sırrı iyi düşünmesi gerekir. En zor şartlar altındaki insanın bile hayatında, sevineceği, mutlu olacağı, şükredeceği çok fazla nimet ve güzellik vardır. Eğer az bir nimete dahi şükretmesini, az bir olumlulukta bile ümidi görebilmesini başarırsa, Allah ona Katından, dünyada ve ahirette çok daha fazlasını verecektir. Allah Kuran'da insanlar üzerindeki nimetinin eşsizliğini ve nimete şükretmenin sırrını şöyle bildirmiştir:


"Rabbiniz şöyle buyurmuştu:“Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)

Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz.Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)

Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız.Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 18)


İnsan hayatı boyunca, en sıkıntılı anlarında bile bu gerçekleri asla unutmamalıdır. Hayatının sonuna kadar olumlu düşünmekten yana kesin bir karar almalı ve her ne yaşarsa yaşasın, bu kararından asla geri dönmemelidir.

Ancak şu da asla unutulmamalıdır ki insan, güzel ahlakı, olumlu düşünmeyi, Allah'tan ümitvar olmayı, nimete kavuşabilmek için değil, Allah'ın rızasını kazanabilmek için yaşamalıdır. Allah Katında asıl makbul olacak olan budur. Çünkü Allah'ın rızası, dünyadaki ve ahiretteki tüm nimetlerin üzerindedir.Allah razı olduğunda Allah zaten nimetini lütfedecektir. Fakat bu güzellik ancak, -Allah’ın izniyle- Allah'ın rızasının hiçbir nimet ile kıyaslanmayacak kadar büyük bir lütuf olduğunu kavrayan insanlara nasip olacaktır.

27 Haziran 2010 Pazar


Daha samimi ve daha çok inanarak dua etmek...

Allah insana, dilediği her konuda Allah'tan yardım isteme ve dua edebilme imkanı vermiştir. Ve Allah, samimi kullarının dualarına kesin olarak karşılık vereceğini vadetmiştir. İnsan için bu, Allah'ın çok büyük bir lütfu ve nimetidir.

Ancak samimiyette çok büyük bir sır gizlidir. Bir insan bir olayın gerçekleşmesini gerçekten samimi olarak çok isteyebilir ve Allah'a bunu çok fazla isteyerek dua edebilir. Ancak duada aranılan samimiyet bu değildir. Buradaki, insanın sadece o istediği şeye odaklandığı ve onu istemede yaşadığı samimiyettir. Duada asıl gereken samimiyet ise, Allah'a karşı duyulan şiddetli samimiyettir. Allah'ı çok sevmek, Allah'a çok güvenmek, Allah'ın sözlerine ve vaadlerine hiç şüphe duymadan inanmak, Allah'ın sonsuz akıllı olduğunu bilmek ve Allah'ın en güzelini yaratacağından kesin emin olmak...

Bir insan Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz aklını, sonsuz sevgisini, sonsuz şefkat ve merhametini, sonsuz lütufkarlığını, sonsuz affediciliğini ve dilediği an dilediği her şeyi hiç sebepsiz yaratabileceğini gereği gibi takdir edebiliyorsa ve tüm bu gerçeklere olan inancında asla şüpheye yer vermiyorsa, işte ancak o zaman bu kimse samimi dua edebilir.

Toplumda Allah'a gereği gibi inanmayan, fakat şüpheyle de olsa (Allah'ı tenzih ederiz), zaman zaman Allah'ın adını anan pek çok insan vardır. Bu kimseler Allah'a gerçekten inanmadıklarını, Allah'a ibadet etmeyerek ve Kuran ahlakını yaşamayarak açıkça ortaya koyarlar. Ancak dünyadaki şartlar dahilinde bir konuda istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini gördüklerinde ya da sıkıntı, zorluk, hastalık gibi sorunlarla karşılaştıklarında Allah'ın ismini anmaya başlarlar. Ancak elbetteki aranılan samimiyet burada yoktur. Bu sadece, içerisinde bulunduklarını düşündükleri açmazdan kurtulmak için, insanların geçici ve yüzeysel olarak Allah'a yönelmeleridir.

Allah Kuran'da bu gibi insanların tavrını çeşitli ayetlerle açıklamıştır. Normal şartlarda Allah'ı hiç düşünmeyen, Allah'ı hiç anmayan; Allah'a şükretmeye, Allah'a ibadet etmeye, Allah'tan korkup sakınmaya hiç gerek duymayan (Allah'ı tenzih ederiz) insanlar, zahiren çaresiz olduklarını hissettikleri anlarda, ‘yalnızca Allah'ın adını anıp, yalnızca Allah'tan yardım dilemektedirler’:


De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: -Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz."

De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (Enam Suresi, 63-64)

Size denizde bir sıkıntı (tehlike) dokunduğu zaman, O'nun dışında taptıklarınız kaybolur-gider; fakat karaya (çıkarıp) sizi kurtarınca (yine) sırt çevirirsiniz. İnsan pek nankördür. (İsra Suresi, 67)

Ayetlerde bildirilen insanlar, Allah dualarına karşılık verip üzerlerindeki sıkıntıyı kaldırdığında, hemen imansızlıklarına ya da şirk içerisindeki hayatlarına geri dönerler. Allah'ın yaratmadaki sonsuz gücünü, kullarına olan yakınlığını, sevgisini, şefkatini, koruyup kollamasını çok açık gördükleri halde, yine de samimi olmaz ve gerçek anlamda iman etmezler.

Kimi insanlar da Allah'a iman eder ve gün boyu, Allah'ın bu isimlerinin tecellilerini hayatlarında açıkça görürler. Allah'ın ne kadar büyük lütuf sahibi olduğunu, iman edenlere ne kadar güzel bir hayat sunduğunu, her bir insana ne kadar eşsiz nimet ve rızıklar verdiğini çok açık olarak fark ederler. Ancak yine de dua ederken, bazen bu gerçeklerden gaflete düşer; ‘Allah'ın dualarına kesin olarak icabet edeceğine olan inançlarını’ tam olarak muhafaza edemezler. Olayları Allah'ın sonsuz gücüne göre değil de, dünyadaki şartlara, olayların gelişimine, teknik gerçeklere bakarak değerlendirirler. Kendi akılları doğrultusunda, hayat ve yaşanacak olaylar hakkında kesin teşhislerde bulunur ve kendilerine göre belirli çıkarımlar yaparlar. Örneğin ‘2+2 toplanırsa, kesin olarak 4 eder; ve bu iki rakamdan bunun dışında da bir sonuç çıkması mümkün değildir’ gibi teknik teşhislerde bulunurlar. Ve bu teknik gerçeklere olan inançlarını dualarına da yansıtırlar. Allah'tan bir şey isterken, gerçekte dünya şartlarında bunun mümkün olmayacağına dair neredeyse kesin bir inanç içerisindedirler.

(Allah'ı tenzih ederiz) Bu inançtaki insanlar Allah'a, ‘Ya olursa’ mantığıyla dua etmektedirler. ‘Ben bu olayların nasıl gelişeceğini biliyorum, sonuç kesin şu şekilde olur, ama ben yine de belki aksi olur diye dua edeyim’ gibi bir anlayışla Allah'a yönelmektedirler. Bu düşünceleriyle, aslında kendi teşhislerinin gerçekleşmesi için dua ettiklerinin farkında değillerdir. Çünkü böyle bir insanın asıl inandığı ve desteklediği fikir, kendi teşhisleridir. İstediği şeylerin gerçekleşmesi için gerekense, bunun tam tersidir. Allah'a çok kesin olarak güvenerek ve Allah'ın istediği herşeyi yaratabileceğine çok fazla inanarak dua etmek...

Samimi imanın ve samimi duanın en önemli şartlarından biri, insanın kendine ait, dünya hayatının görünen yüzüne aldanarak yaptığı teşhislerini kafasından atmasıdır.Allah'ın sonsuz aklının yanında, kendisinin çok sınırlı ve yüzeysel bir akla sahip olduğunu bilmesidir. Ve Allah'ın dilediğini yaratmadaki sonsuz gücünün yanında, kendi acizliğini görmesidir. Olayların dıştan görünen yüzüyle, bunların ardında gizlenen gerçeklerin aynı olmadığını ve bunları ancak Allah'ın bilebileceğini kavramasıdır. Teknik gerçeklere bakarak yaptığı teşhislerin çoğu zaman aldatıcı olabileceğini, Allah'ın gücünün tüm bunların üstünde olduğunu anlamasıdır. Bir insan kalbinde Allah'a karşı derin bir sevgi, güven ve teslimiyet yaşıyorsa, Allah'ın bu insan için, her olayı olabilecek en güzel en hayırlı şekilde sonuçlandıracağını unutmamasıdır. Allah'ın, sıkıntı ve ihtiyaç içerisinde olan samimi bir kulunu, mutlaka rahmetiyle kuşatacağından emin olmasıdır.

Allah Kuran'da, dilediği takdirde herşeyin mümkün olabileceğini insanlara çok açık olarak göstermektedir.Allah en zor anlarda; hiçbir çıkış yolunun olmadığına dair çok net deliller oluştuğu olaylarda dahi, hiç beklemedikleri yerlerden kullarına yardımını ulaştırmaktadır. Allah dilediğinde çok az bir topluluğu, çok fazla sayıdaki insanlara galip getirmektedir. Firavun'un askerleriyle denizin suları arasında sıkışıp kalan İsrailoğullarına ve Hz. Musa (a.s.)'a Allah hiç ummadıkları şekilde bir kurtuluş yolu açmaktadır. Yaşı ilerlediği ve hanımı da doğuma elverişli bir yaşta olmadığı halde, Allah peygamberinin soyunu sürdürecek bir çocuk vermektedir. Allah bir balığın karnındaki peygamberine oradan çıkıp kurtulma imkanı yaratmaktadır. Allah, kimsenin göremeyeceği bir kuyunun dibine bırakılan peygamberine oradan kurtulacak bir imkan yaratmaktadır. Kuran'da Allah'ın sonsuz yaratma gücüne ve samimi kullarına olan yardımlarına dair daha pek çok haber verilmiştir. Tüm bu örneklerin bir hikmeti de, insanların Allah'ın sonsuz gücünü, sonsuz rahmetini ve dilediğinde insanlara hiç ummadıkları yerlerden yardımını ulaştırabileceğini kavramalarıdır.

Allah, Kendisine gönülden bir samimiyetle inanan; kayıtsız şartsız, hiçbir şüphe duymadan, tam bir teslimiyetle güvenen bir kimsenin bütün dualarına icabet edeceğini Kuran'da şöyle haber vermiştir:


Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım.Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)

Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim.Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)

Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı?Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Neml Suresi, 62)

Andolsun, Nuh bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.(Saffat Suresi, 75)

Rabbinize yalvara yalvara ve için için dua edin. Şüphesiz O, haddi aşanları sevmez.(A’raf Suresi, 55)

25 Haziran 2010 Cuma


''Nasıl olsa telafi ederim'' diye düşünüp yanlış bir cesaret göstermemek...

İnsanlar genellikle önemli gördükleri olaylara ve değer verdikleri insanlara karşı çok titiz bir hassasiyet içerisinde olurlar. Bu konularda en küçük bir hata dahi yapmamaya çalışırlar. Herşeyin olabilecek en kusursuz şekilde gelişmesi için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Değer verdikleri bir insanın üzerine titrer; onun saçının tek bir teline dahi zarar gelmemesi için müthiş bir özen gösterirler. Maddi manevi her konuda bu kişileri korur kollar, sürekli olarak onları mutlu etmenin yollarını ararlar.

Elbetteki –Allah sevgisine ve Allah rızasına dayalı- böyle bir sevgi ve sadakat modeli son derece güzel bir nimettir. İşte bu sebeple de böyle bir sevgi anlayışı şeytanın hiç istemeyeceği bir ahlak şeklidir.

Şeytanın, böyle bir sevgi ahlakını almış insanlara etki etmesi oldukça zordur. Bu nedenle dolambaçlı yollardan ve kurnazca yaklaşarak onları aldatmaya çalışır. Amacı bu şekilde ‘derin sevgi’ anlayışına sahip olan insanlar arasındaki sevgiyi zedelemeye çalışmaktır. Allah Kuran'da, şeytanın ‘insanların arasını açıp bozmak için çaba harcayacağını’ şöyle bildirmiştir:

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.(İsra Suresi, 53)

İşte bazen insanlar, şeytanın bu tür bir kışkırtmasıyla, çok değer verdikleri ve -Allah rızası için- üzerine titredikleri; müthiş bir titizlikle sevdikleri insanlara karşı dahi yanlış bir tavır gösterebilirler. Elbetteki insan çoğu zaman istemeden de birçok yönde kusur işleyebilir. Ama bunları gerçekten detaylı düşünmemekten, sonucunu gereği gibi hesaplayamamaktan ya da boş bulunmaktan yapar. Şeytanın istediği ise sadece bu tür bir şey değildir. Şeytan, ‘Müslümanların arasını açabilecek şekilde bilinçli bir tavır bozukluğu’nun peşindedir. Kişinin Kuran ahlakından ve Kuran mantığıyla düşünmekten uzaklaşmasını ve bunun sonucunda da samimi sevgiden taviz vermesini ister. Böyle bir tavır bozuklukluğuna sürükleyebilmek için de kişiye, ‘nasıl olsa sonra telafi ederim’ mantığını telkin eder.

Derin sevginin şartlarını iyi bilen bir insan, aslında gerçek sevgide böyle bir mantığa yer olmayacağını da bilir. İnsanın bir kereliğine ya da çok kısa süre için bile olsa, ne fiziksel ne de manevi bir konuda ‘sevdiğine kıyamaması’ gerektiğini bilir. Aksinin, sevdiğini ve ona duyduğu sevgiyi harcamak ve gözden çıkarmak olacağını; ve böyle yanlış bir cesaret anlayışının da mutlaka bir karşılığı olacağını bilir. ‘Nasıl olsa sonra telafi ederim’ düşüncesiyle hareket eden bir kişinin gerçek anlamda ‘sevgiyi yaşadığından’ ve ‘sevmeyi bildiğinden’ bahsetmenin de mümkün olmayacağını bilir. Gerçek sevgide hiçbir sebeple insanın sevdiğine karşı böyle bir mantıkla yaklaşmayacağını bilir. Sevgide onca titizlik ve hassasiyet gösterirken, ‘nasıl olsa telafi ederim’ mantığıyla yapacağı bir tavır bozukluğunun, yaptığı tüm güzellikleri kökten yıkabileceğini bilir.

Ancak bu gerçekleri bilmelerine rağmen, yine de şeytan bazen insanları böyle yanlış bir ahlaka karşı cesaretlendirir. O an için kişinin, nefsinin kışkırtmalarına uymasında bir sakınca olmayacağını; çünkü nasıl olsa -istediği anda o tavrını telafi edebileceğini- telkin eder. Elbetteki insanın -ölene kadar- her zaman için ve her konuda mutlaka bir telafi imkanı vardır. Ama böyle bir imkanı olması, insanın bile bile yanlış tavırlarda bulunması için bir mazeret değildir. İnsan istemeden bir hata yaptığında bunu telafi etmek için elinden geleni yapar ve Allah dilerse gerçekten de telafi edebilir. Ama insanın, istemeden değil de, tam tersine, böyle bir imkanın arkasına sığınarak bile bile yanlış bir tavırda bulunması farklı bir durumdur.

Öncelikle bu Allah'ın rızasına ve dine uygun bir tavır değildir. Allah'ı seven bir insan, Allah'ın beğenmeyeceği bir tavırdan her ne olursa olsun sakınır. Allah'ın hoşnut olmayacağını bildiği bir tavır için, asla ‘nasıl olsa telafi ederim’ diye düşünüp cesaretle bunu uygulayamaz. Allah korkusu onu böyle yanlış bir cesaretten alıkoyar.

İkinci olarak, insan bir an sonrasında yaşayıp yaşamayacağından da emin değildir. Her an ölebileceğini bilen ve ahirete inanan bir insan da, asla ‘ileride telafi ederim’ mantığına güvenip bilerek yanlış bir tavırda bulunamaz. Öldüğü takdirde Allah'a hesabını veremeyeceği, Kuran ahlakına uygun olmadığını bildiği ve sonucunda da sonsuza kadar büyük bir pişmanlık yaşamasına sebep olabilecek bir tavırda bulunmaya cesaret edemez.

Aynı şekilde insanın, yanlış bir tavır gösterdiği kişi de her an ölebilir. İnsanın elinde, bu yönde de kesin olarak bir telafi imkanı olduğuna dair bir güvencesi yoktur. Elbetteki her olayda bir hayır vardır. Eğer o kişi ölse bile, insan Allah'a karşı pişmanlığını yine ifade edebilir. Ancak mümin bir kimse, bu ihtimali de düşünerek, böyle bir tavır bozukluğu göstermekten kaçınır.
Ayrıca bazen de insanın, telafisinin çok kolay olacağını zannettiği bazı durumların telafisi, sanıldığı kadar kolay da olmayabilir. Allah kaderde bir imtihan olarak, kişinin daha çok çaba harcamasını gerektirecek şekilde bir durum da yaratabilir.

Bazen de telafi etmek insanın tahmininden çok daha fazla zaman alabilir. Sadece tek bir güzel söz ya da tek bir güzel tavır, yapılan yanlışlığın tam olarak telafi edilmesi için yeterli olmayabilir. Bir insanın güvenini, sevgisini, saygısını kazanmak, bazen uzun zaman boyunca istikrarla sürdürülen güzel bir ahlak neticesinde gerçekleşebilir. Çünkü gösterilen yanlış cesaretin, tekrar gösterilmeyeceğine dair kesin bir garanti verilmesi gekekir. Kişi, Allah'tan korktuğuna ve Kuran ahlakına uygun olmayan bir tavırdan titizlikle sakındığına dair, ahlakıyla Müslümanlara güven vermelidir. İşte bu da, bazen bir an nefsin bir kışkırtmasına kapılıp yapılan yanlış bir tavrın telafi edilmesi için haftalar ya da aylar geçmesini gerektirebilir. Dolayısıyla Allah'tan korkan bir insanın, birkaç dakikalık nefsani bir istek için, böyle bir nimet kaybını göze almaması gerekir.

Allah Kuran'da, Müslümanlarda güven oluşturacak olan tavrın, ‘sürekli olarak gösterilen güzel ahlak’ olduğunu bildirmiştir. Çünkü bu, samimi imanın alametidir. Allah'tan korkan bir insanın, arada bir güzel ahlak, arada bir de kötü ahlak gösterebilmesi söz konusu değildir. Çünkü bunlardan biri Allah korkusunun, biri de Allah'tan korkmamanın alametidir. Bir insan aynı anda bu iki duyguyu birden yaşayamaz. Eğer bir kimsenin hayatında Allah'tan korkmadığına dair bir bölüm varsa, o zaman imanı da şüpheli hale gelir (Doğrusunu Allah bilir).

Bu nedenle gerçekten samimi olarak iman eden bir insanın, üzerine böyle bir şüpheyi almaması gerekir. Gerçekten Allah'a gönülden iman etmişse, hayatının her anında bu imanının ve samimiyetinin gereğini yaşamalıdır. ‘Nasıl olsa telafi ederim’ diyerek, asla yanlış olan bir tavrı bile bile uygulamamalıdır. Bunun, dünyada da ahirette de insana büyük bir pişmanlık getirebileceğnii unutmamalıdır. Hayatının her saniyesinde ‘Allah'ın en razı olacağı davranışlarda bulunmayı hedeflemeli’dir. Nefsi ne kadar kışkırtırsa kışkırtsın, şeytan ne kadar çekici gösterirse göstersin asla Kuran ahlakından taviz vermemelidir.


Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır. (Meryem Suresi, 76)

24 Haziran 2010 Perşembe


''Bir kereden bir şey olmaz'' mantığının yanlışlığı: Bir kerede mahsur görmeyen, daha fazlasında da bir sakınca görmeyebilir...

İnsan hayatı boyunca karşılaştığı her olayda nasıl davranması gerektiğini bilir. Bu Allah'ın her insanın vicdanına verdiği bir özelliktir. Dolayısıyla insan yanlış bir şey yapsa bile, aslında bunun doğru olmadığını kavrayabilecek bir bilgiye sahiptir.

Ancak buna rağmen insanların bir kısmı vicdanlarını ölçü alarak yaşamazlar. Hatta vicdanlarının sesini bastırarak yaşamayı bir hayat şekli haline getirmişlerdir. Ve bu hayat şekli içerisinde, ‘vicdan azabı’ duymayacak bir anlayış da elde etmişlerdir. Vicdanlarını körelten bu insanlar, hata olacağını kavradıkları konularda, -bile bile de olsa- bu yanlışı yapmakta bir sakınca görmezler. Menfaatleri öyle hareket etmelerini gerektiriyorsa, onlar da doğru olandan bilerek ve isteyerek taviz verirler.

Ancak Müslümanlar bu şekilde değildirler. Mümin bir kimse hayatının her anında vicdanını kullanır. Vicdanının yanlış olduğunu gösterdiği bir konuda, aksi yönde davranmaya güç yetiremez. Bunun sonucunda da, vicdan azabı duyacağı bir tavra en başından hiç yanaşmaz.
Fakat bazen şeytan insanlara, vicdanen doğru olmadığını hissettikleri bir konuda da, vicdanlarını dinlememeleri için baskı yapar. Bazen bunu kişiye bir şekilde makul ve doğru göstermeye çalışır. Bazen onu, bu tavrın vicdanına ters düşmeyeceğine ikna etmeye gayret eder. Bazen öfke, kıskançlık, kin gibi hisleri teşvik ederek o kişiyi güçsüzleştirip o tavra sürüklemeye çabalar. Hiçbir yönden sonuç alamadığında da kişiye, makul sebepler altında bunu ‘bir kere yapmasından bir şey olmayacağı’ telkiniyle yanaşır.


Şeytanın bu mantığı bazen çok küçük, bazen de çok hayati konularda ortaya çıkabilir. Nitekim kimi insanlar çoğu zaman küçük konularda umursuzluk yapmakta, doğru yoldan sapmakta bir sakınca görmezler. ‘Nasıl olsa önemli bir konu değil’ ve ‘nasıl olsa sonuçta kimseyi etkileyecek, kimseye zarar verecek ve kimseyi rahatsız edecek bir şey değil’ diye düşünürler. Hatta eğer bu, kimsenin farkına dahi varmayacağı bir detaysa, hiç vicdan azabı da duymalarına gerek olmadığını düşünürler. Şeytan da işte insanlara ilk başlarda özellikle böyle küçük konularda ‘bir kereden bir şey olmayacağı’ mantığıyla yaklaşır.

Bir kez doğru söylememek, bir kez samimi konuşmamak, bir kez gerçek duygularını ifade etmemek, bir kez kırıcı bir söz söylemek, bir kez karşı tarafı rencide etmek, bir kez umursuz davranmak, bir kez fedakarlıktan kaçınmak, bir kez küsmek, bir kez öfkelenmek, bir kez basit bir tavra tenezzül etmek, bir kez adaletsiz davranmak, bir kez arkadan konuşmak, bir kez tartışma üslubu kullanmak, bir kez gizli bir şey yapmak, bir kez gurur yapmak, şeytanın insanlara attırdığı ilk adımlardandır. Sonrasında bunlardan herhangi birini ikinci kez yaptırması, şeytan için çok daha kolay olur.

Allah'ın Kuran'da, ‘çirkin cesaret’ olarak adlandırdığı bir tavır vardır. Şeytan bu kötü ahlakın, en bilinen ve en uç örneğini temsil eden varlıktır. İşte bu yüzden insanların da kendisi gibi Allah'a karşı ‘çirkin bir cesaret’ içinde olmalarını ister (Allah'ı tenzih ederiz). Allah'ı unutmalarını, Allah'tan korkmamalarını , Allah'ın her her yaptıklarını gördüğünü düşünmemelerini (Allah'ı tenzih ederiz), ahireti – hesap gününü düşünmeden hareket etmelerini arzular. İşte ‘bir kereden bir şey olmaz’ felsefesinde de, şeytanın insanlar için asıl hedeflediği hayat şekli budur. İnsanlara bunu çok küçücük, masumane, iyi niyetli, zararsız; nasıl olsa sadece bir kerelik olduğu ve bir daha tekrarlanmayacağı için de üzerinde durmaya gerek olmayan bir girişim olarak göstermeye çalışır. Ama altında gizlenen bu gerçekten dolayı böyle bir tavra yanaşmak hiçbir şekilde zararsız ve masumane olmaz.

Çünkü ‘bir kereden bir şey olmaz’ mantığı son derece tehlikelidir. Eğer bir insan o tavrı, -hatalı olacağını bile bile- bir kere yapmakta bir sakınca görmemişse, bunu çok rahat bir şekilde bir kez daha yapabilecek bir negatif güç ve çirkin cesareti de elde etmiş olur. Bir kere vicdanını aşan, bir kere vicdanını bastıran bir insan kendine, bunu bir kere daha yapabilecek bir yol açmış olur. Aynı şekilde, bir konuda bilerek yanlış olanı seçmekte bir sakınca görmeyen, ileride başka bir zaman geldiğinde, farklı konularda da aynı seçimi yapmakta mahsur görmeyebilecek bir anlayışa geçebilir. Bu nedenle insanın ‘nasıl olsa bir kerelik bir şey’ diye düşünmemesi; her an, her yerde ve her konuda Allah'tan çok korkup sakınması ve güzel ahlakta her an çok titizlik göstermesi gerekir.

Çünkü Allah'tan korkup sakınan insanın, Allah'a karşı dürüst olmasının verdiği bir iman kalitesi, bir ruh hali vardır. Bu insanın, dürüst olduğunu bilmesinden dolayı kendisine karşı saygısı vardır. Kendisine olan saygısını yitiren bir insan ise, pek çok konuda kendine samimiyetsizliğin ve dürüst olmamanın kapısını açmış olur.

Bunun yanı sıra elbetteki insan hata yapma özelliğiyle birlikte yaratılmıştır. Dolayısıyla mutlaka hata yapacak, yanlış düşünecek, yanlış kararlar alacak ve bunlardan geri dönecek, ahlakını düzeltecektir. Tevbe edecek, Allah'tan bağışlanma dileyecek, hatasını telafi etmek için çaba harcayacak ve bu şekilde samimi olmanın yolunu bulacaktır.

Ancak şeytanın ‘bir kereden bir şey olmaz’ mantığının, tüm insanları kapsayan; bilinmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir tehlike olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bu, şeytanın dikkatle sakınılması gereken önemli oyunlarından biridir. ‘Bir kereden bir şey olmaz’ kandırmacasıyla başlayıp bunu bir hayat şekli haline getirmiş pek çok insan vardır. Bir hırsız, bir dolandırıcı ya da yalanı veya diğer haram fiilleri alışkanlık haline getirmiş bir insan da ilk başta bunları yalnızca bir kez yapmış; ama sonra şeytanın oyununa düşerek bu davranışlarını ana özelliği haline getirmiştir.

Bu nedenle bir insan bu konuda ne kadar titiz ve dikkatli olursa olsun, bir gün şeytanın kendisine de bu tarz bir mantıkla yanaşabileceğini unutmamalı ve bu tehlikeye karşı uyanık olmalıdır. Kuran ahlakından taviz vermemeli, her an Allah'tan çok korkup sakınmalı, Allah'ın her yerde kendisini görüp duyduğunu ve içinden geçen her düşünceyi bildiğini unutmamalıdır.

23 Haziran 2010 Çarşamba


Sevginin çok önemli bir alameti: ''Sevdiğine kıyamamak"...

Güzel ahlaklı, vicdanlı, akıllı, kişilikli bir insan doğal olarak herkes tarafından çok sevilir. İnsan böyle bir kişiye karşı duyduğu sevginin gücünü çoğu zaman kendinden sanır. Halbuki bu durum daha çok, ‘karşıdaki kişinin sevilecek özelliklerinin çok güçlü olması’ndan kaynaklanır.

Eğer sevginin gücü, seven kişinin sevgi derinliğinden kaynaklanıyor olsa, mutlaka bunu ispatlayacak deliller de olması gerekir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de kişinin ‘sevdiğine kıyamaması’dır. Eğer bu yönde bir titizliği ve hassasiyeti yoksa, o zaman o kimsenin sevgisinin gücü de samimiyeti de şüpheli hale gelir.

Bir insan eğer sevdiği kişiyi -Allah rızası için- kendi nefsinden önde tutuyorsa; onu her türlü tehlikeden koruyorsa; ona zarar verecek her türlü şeyden sakınıyorsa; ona zarar vermektense kendi zarar görmeyi tercih edebiliyorsa; onun sağlığını, rahatını, huzurunu, konforunu kendininkilerden önde tutabiliyorsa; onu kıracak, rahatsız edecek tek bir sözü dahi söylemekten sakınıyorsa; kendi nefsinin isteklerindense onun isteklerini öncelikli görebiliyorsa; kendi fikirleriyle onunkiler çatıştığında ondan yana tavır koyabiliyorsa; haklı olduğu halde, onu haklı kendini haksız çıkarabiliyorsa; enaniyetiyle gururuyla karşı karşıya kaldığında karşısındaki kişiyi yüceltip kendi nefsini ve gururunu ezebiliyorsa; anlayamadığı bir şey olduğunda da, yine de ona hüsn-ü zan edebiliyorsa, şüphe duyduğunda ona olan sevgisinden dolayı bu şüpheleri yenebiliyorsa; her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın ona kırılmıyor, darılmıyor, küsmüyorsa; tam tersi gibi görünen olaylar olsa da, onun ahlakından emin olabiliyorsa; o kişinin adaletinden, sevgisinden, şefkatinden, vicdanından, güzel ahlakından, güvenilirliğinden hiç şüphe duymuyorsa; ona karşı olan sevgisinde, saygısında -gününe göre değişmeksizin- istikrar gösterebiliyorsa; işte o zaman bu kişinin gerçek sevgiyi yaşadığından bahsedilebilir.

İnsanın sadece ‘ben çok seviyorum’ deyip, sonrasında bu sevginin gerektirdiği bu derin ahlakı gösterememesi, o kişinin sevgisindeki inandırıcılığı da azaltır.

Çünkü gerçek sevginin en önemli özelliklerinden biri insanın ‘sevdiğine kıyamaması’dır. Ve burada tarif edilen anlayışta bir sevgi de ancak iman ile yaşanabilir. İman etmeyen bir insan sevgide bu kadar fedakar olamaz. Bu ancak Allah sevgisinden kaynaklanan bir sevgide; yani kişinin karşısındaki kimseyi ‘Allah'ın bir tecellisi olarak sevmesi’yle mümkün olabilir. ‘Allah'ın tecellisi olarak sevmek’; ‘bir insanın, karşısındaki kişide Allah'ın üstün ahlakının güzel örneklerini ve tecellilerini gördüğü için o kişiyi tercih etmesi ve sevmesi’ demektir. Bir insanda bu güzel ahlak özellikleri ne kadar çoksa, o insan o kadar çok sevilir.

Eğer bir kimse karşısındaki kişiyi Allah rızası için ve Allah'ın tecellisi olarak değil de, nefsen uygun bulduğu için tercih ediyorsa, bunun adı zaten gerçek anlamda ‘sevgi’ değildir. Ve doğal olarak da, sevginin getireceği şartların oluşması mümkün değildir. Böyle bir sevgi anlayışında ne tek taraflı bir düşkünlük, ne fedakarlık, ne hoşgörü, ne anlayış, ne affedicilik, ne de güvenden bahsedilemez. Allah'tan korkmayan bir insana güven duyulamaz. Bu kişinin iç dünyasında ne düşündüğünden, ne kararlar aldığından, neler hissettiğinden ve dürüstlüğünden hiçbir zaman emin olunamaz. Bu yüzden de, bu gerçeği bilen her iki taraf da hiçbir zaman birbirlerine karşı böyle güzel bir sevgi duyamaz ve bu sevginin gerektirdiği ahlakı gösteremez.

Gerçek sevgi, Allah'ın yalnızca gerçek Müslümanlara lütfettiği bir nimetidir. Ruhunda bu sevgiyi bilen, bu anlayışı iyi kavrayan insanların bu büyük nimeti olabilecek en güzel şekilde yaşayabilmeleri için de işte bu ‘sevdiğine kıyamama’ ahlakını almaları çok önemlidir. Bu bakış açısı, sevgiyi sürekli olarak besleyecek, güçlendirecek ve derinleştirecek çok önemli bir vesiledir.

20 Haziran 2010 Pazar


Hataları düzeltirken unutulmaması gerekenler...


Bazen insanlar eksik bir yönlerini düzeltmek için çaba harcarlar. Bunun sonucunda da gerçekten düzelttiklerini zannederler. 1 şiddetinde bir baskıyla karşılaştıklarında buna dayanırlar. 2 şiddetinde bir baskı olduğunda buna da dayanırlar. Ama biraz daha fazlası geldiğinde buna karşı direnç gösteremezler. Nefislerindeki bu eksikliği tetikleyecek herhangi bir kışkırtmada hemen eski tavırlarına geri dönerler. O ana kadar kökten hallettiklerini, tamamen düzelttiklerini sandıkları o eksikliklerini aslında hiç düzeltmemiş olduklarında da ancak böyle bir durum oluşunca anlarlar.

Bazen de insanların, -toplumda kullanılan ifadeyle- bir ‘bam telleri’ vardır. Herşeye karşı tahammülleri vardır ama o ‘bam teli’ olan noktada tüm kontrollerini yitirirler. Kimi zaman bu ‘bam teli’ tek bir sözdür. Kimi zaman bir tavır, kimi zaman belirli şartlar, kimi zaman da belirli bir insandan gelen tepkiler. Böyle bir kişi en ağır sözlere karşı bile, güzel bir sabır gösterip, güzel ahlakla karşılık verebilirken, o söz söylendiğinde, nefsindeki ani bir tırmanışla sabrını kaybeder. Ya da herkesin yaptığı hatalar veya verdiği tepkiler onu rahatsız etmezken, belirli bir kişinin tavırları onda müthiş bir rahatsızlık oluşturur. İşte bu ‘bam tellerini’ iyi tespit edemeyen ya da tespit ettiklerinde de, özellikle bu konu üzerinde nefislerini iyi eğitmemiş olan kişiler de, hatalarına kolaylıkla geri dönebilirler.

Ama önemli olan insanın böyle durumlarla karşılaşmadan önce o kusurundan gerçekten kurtulup kurtulamadığını iyi analiz edebilmesidir. Buna göre de öyle bir hatayı hiç yapmayacak şekilde kendini eğitebilmesidir. Çünkü istediği takdirde, insanın buna da güç yetirebilecek kapasitesi vardır. Ama bunun için gereken şart, ‘kişinin kendisine karşı çok dürüst olması’dır. Kendisine, sanki yabancı biriymiş gibi ‘dışarıdan bakabilmesi’dir. Nefsine acımamasıdır. Kendini haklı görmemesidir. Kusurunu mazur görmemesidir. Kendini ‘müstağni görmemesi’dir. Eksikleri olabileceğini hiç ihtimal vermeden, ‘Ben zaten iyiyim’, ‘ben zaten değiştim’, ‘ben zaten elimden gelen çabayı gösteriyorum’, ‘ben zaten samimiyim’ dememesidir. Bu tarz mantık örgülerinin, kişiliğini değiştirmesine olumsuz etki edebileceğini bilmesidir.

Böyle bir kişi nefsine karşı daha sert önlemler almalıdır. İradesini daha fazla güçlendirmelidir. Hatalı yönlerine karşı daha köklü tedbirler almalıdır. Nefsindeki eksik noktaları iyi tespit edip bu konuda çok sayıda aksi eylem yapmalıdır. Örneğin nefsinde tembellik varsa, ısrarla sürekli daha da çalışkan olmak, her gördüğü işe atılmak, her ihtiyacı olana en önde yardıma koşmak için dikkat vermelidir. Gururlu ve enaniyetli bir yapısı varsa, gün içinde her fırsatta kardeşlerine karşı gururunu kıracak, tevazusunu gösterecek sözler söylemeli ve bu tür davranışlarda bulunmalıdır. Rahatsızlık duyduğu, öfkelendiği, kıskandığı, tahammül edemediği belirli bir kişi varsa, özellikle o kişiye karşı özel bir saygı, sevgi, ilgi, şefkat ve ihtimam göstermeyi ihtisas konusu haline getirmelidir. Bu kişiye hürmetle ikramlarda bulunmalı, yardıma ihtiyacı olduğuna ilk öne atılan o olmalı, konuşmalarında o kişiyi onore eden, ön plana çıkaran ve yücelten sevgi dolu bir üslup kullanmalıdır.

Eğer nefsinin, eğitmeye çalıştığı kötü bir yönü varsa, bu kötü huyunun kendisine ‘Allah'ın sevgisini kaybettirebileceğini’ iyi düşünmelidir. ‘Allah'ın sevgisi, dostluğu, rahmeti’ bir insanın dünyada karşılaşabileceği tüm nimetlerden çok daha ve hiçbiriyle kıyaslanmayacak büyük bir nimettir. İnsana ‘Al, dünyanın tamamı senin olsun; tüm zenginlikler, tüm evler, arabalar, tüm yiyecekler, tüm güzel mekanlar; kısacası aklına gelen herşey ve tamamı senin olsun’ dense ama bu insan Allah'ın sevgisini kaybetmiş olsa, bunların hiçbiri onu mutlu edemez ve hiçbirinin değeri olmaz. Allah'ın sevgisinden mahrum olmak, hiçbir nimetle kıyaslanamayacak bir kayıptır. İnsanın elinde sahip olduğu tek bir dünya malı dahi olmasa, ama Allah'ın sevgisi, dostluğu, yakınlığı olsa; insanın bundan duyacağı mutluluk da hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar büyük olur. Bu yüzden eğer bir insan, bir eksiğini düzeltmede ‘iradesinin yetmediğini’, ‘elinden geleni yaptığını ama halledemediğini’ düşünüyorsa, önce bu büyük tehlikeyi iyice tefekkür etmeli, sonra aynı sözü o kadar rahat söyleyip söyleyemeyeceğini bir daha düşünmelidir. ‘İradem yetmiyor’ sözü, müminin söyleyeceği bir söz değildir. Mümin kendisine güçsüzlüğü, iradesizliği yakıştırmaz ve böyle bir şeyi asla kabul etmez. Ne kadar zorlanırsa zorlansın yine de söyleceği söz, ‘Ben Allah'ın izniyle bunu hallederim, Allah bana yardım eder’ olur. Bu sözü söyleyen bir insana, Allah o yolda bütün kapıları açar; güç kuvvet verir. O hatasını yenecek aklı, Allah o insanın ruhunda oluşturur.

Bu nedenle hatasını düzültmek isteyen insanın ilk yapacağı ‘Allah'a güvenip dayanmak’ olmalıdır. Nefsine karşı dürüst ve samimi yaklaşmak, bu konuda elinden gelen tüm çabayı göstermek ve Allah'ın kendisine yardım edeceğinden kesin emin olmak...

Sonrasında, Allah'ın insanlardan, ‘güçlerinin yetmeyeceği bir şeyi istemeyeceğini’ asla unutmamalıdır. Eğer Allah insanın karşısına çözmesi gereken bir konu, düzeltmesi gereken bir hata, yenmesi gereken bir özellik çıkartıyorsa, o kişiye mutlaka bunu yapabilecek gücü de vermiştir. Kuran ayetlerinde bu önemli sır insanlara şöyle bildirilmiştir:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez...(Bakara Suresi, 286)

... Hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz... (Enam Suresi, 152)

Diğer yandan da Allah, Kendi rızası için böyle bir işte sebat gösteren kullarına ‘Kendi Katından mutlak bir yardım’ da vadetmiştir:


... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir.(Talak Suresi, 4)

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.
Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.
Ve yalnızca Rabbine rağbet et.(İnşirah Suresi, 5-8)


Allah böyle bir konuda samimi çaba harcayan kullarına, ne kadar büyük zorluklarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar, bunun beraberinde mutlaka bir ‘kolaylık’ yaratacağını vadetmiştir. Ve Allah kullarına, her ne olursa olsun ‘yalnızca Allah'a yönelip dönmelerini’; gerçek çözümü ancak burada bulabileceklerini hatırlatmıştır.

17 Haziran 2010 Perşembe



Aklınıza takılan bir şey olduğunda, hemen dünyadaki Müslümanların yaşadıkları sıkıntıları düşünün. 'Çok büyük bir sorun' olduğunu zannettiğiniz konuların, aslında ne kadar önemsiz detaylar olduğunu çok daha iyi görebileceksiniz...

Dünyadaki milyarlarca insanın her biri farklı bir hayat yaşar. Tek bir tanesinin hayatı dahi bir diğerine benzemez. Ama bir sorun yaşadıklarında ya da bir sıkıntıyla karşılaştıklarında her biri, ‘dünyanın en büyük dertlerinin’ kendisinnde olduğunu zanneder.

Bazen girdiği bir sınavda başarısız olan, bazen istediği bir kıyafeti alamayan, bazen saçlarına istediği şekli veremeyen, bazen vermek istediği kilolardan kurtulmakta zorlanan, bazen hoşlanmadıkları biriyle aynı işyerinde çalışmak zorunda kalan insanlar büyük bir sıkıntı yaşadıklarını zannederler. Aynı şekilde birinin söylediği bir sözden alınan, en iyi arkadaşıyla arası açılan, sıradan bir konuda haksızlığa uğradığına inanan, karşısındaki kişi hakkında derin şüphelere kapılan, yeteri kadar sevilmediğini ya da önemsenmediğini düşünerek içine kapanan kimseler de kendi ifadeleriyle ‘hayatlarının başlarına yıkıldığı’ inancına kapılırlar. Günlerce dillerinden bu konuyu düşürmez, ne kadar mağdur olduklarını, ne kadar zor durumda kaldıklarını ve ne kadar acı çektiklerini anlatıp dururlar. Gün boyu akıllarında en çok yer eden konu budur. Akşam yataklarına yattıklarında, yolda arabada giderken, kahvaltılarını ederken; kısacası hemen her yerde ‘bu büyük dertleri’ni düşünürler.

Oysa ki çok açıktır ki bunların hiçbiri ‘dert’ değildir. Zaten insanların karşılaştıkları olayların hiçbiri ‘dert’ değildir. Ayrıca eğer bu kişiler, bu yaşadıklarından çok daha önemli sorunlarla karşılaşmış olsalardı da, bunlar yine de ‘dünyalarını başlarına yıkacak’ olaylar olmayacaktır. Önemli bir sağlık sorunu, ağır bir ameliyat, büyük maddi borçlar, işsizlik ya da ağır çalışma şartları, aile arasında yaşanan problemler de söz konusu olabilirdi. Ama bunlar da insanların kendilerini ‘dünyanın en dertli insanı’ olarak görmeleri için bir sebep değildir.

Herşeyden önce Kuran ahlakını bilen bir insan için dünyada ‘dert’ diye bir şey yoktur. Allah'ın hayır olarak yarattığı, hikmet dolu olaylar vardır. Allah'ın o kişinin imanını, Allah'a olan güvenini, sadakatini, güzel ahlakını denemek için yarattığı imtihanlar vardır. Ve bu konuda unutulmaması gereken en önemli şeylerden biri de şudur: Lehinde ya da aleyhinde gibi görünen tüm olaylar, mümin için yalnızca ‘hayır’ dır. Ve bunlar onun en ihtiyacı olan; onu en güzel şekilde eğitecek, ona en çok fayda sağlayacak, dünyada ve ahirette ona en güzel sonuçları kazandıracak olan olaylardır.

Bunun yanı sıra, yaşadığı bir sıkıntı sebebiyle kendisini dünyanın en büyük sorunuyla karşı karşıya zanneden bir insanın dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların neler yaşadıklarını düşünmesi de, kendi sorunlarının aslında ne kadar sıradan ve ne kadar kolay halledilebilir olaylar olduğunu anlaması için önemli bir vesiledir. Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da, Kırım’da, Kerkük’te, Moro’da ve dünyanın daha pek çok köşesinde Müslümanların yaşadığı zulüm ve baskıların yanında, kendi aklına takılan bir kuruntunun önemsizliğini kavraması çok daha hızlı olur.

Onyıllardır İslam coğrafyasında süregelen çatışmalar, fitneler, baskı ve zulüm binlerce masum Müslümanın canına mal olmuş, on binlercesi sakat kalmış, milyonlarcası evsiz kalıp yurtlarından sürülmüş, pek çoğu da sadece inançlarından ve fikirlerinden dolayı tutuklanmıştır. Doğu Türkistan’da, sırf Müslüman oldukları için genç kızlar, çocuklar, yaşlılar çok büyük bir zulme tabi tutulmakta; insanlar hiçbir mazeret gösterilmeksizin umursuzca idam edilmekte, hapsedilmekte, işkence görmektedir. Camiye gidenlerin maaşı kesilmekte, Müslümanların ibadetlerini yapmalarına izin verilmemektedir. 1965'ten sonraki katliamlarla birlikte, 60 yıl içinde 35 milyon Uygur Müslümanı soykırıma maruz kalmıştır. Doğu Türkistan'da, geçtiğimiz yıl Temmuz ayında 796 MÜSLÜMAN hiçbir hukuki gerekçeye dayanmadan, savunmalarına dahi yapmalarına izin verilmeden İDAM EDİLEREK ŞEHİT EDİLMİŞ bu kişilerin cenaze namazlarının dahi kılınmasına izin verilmemiştir. Sokakların cesetlerle dolduğu aynı günlerde BİR GECEDE 10 BİN MÜSLÜMAN ORTADAN KAYBOLMUŞ, 100 BİN UYGURLU KIZKARDEŞİMİZ EVLERİNDEN ZORLA ALINIP GÖTÜRÜLMÜŞTÜR. Bu kızkardeşlerimiz ölüm tehdidiyle gayri meşru ilişkiye zorlanmaktadırlar. Bir gecede ortadan kaybolan 10 bin Müslümanın akıbeti ise halen bilinmemektedir. Bu masum insanların şehit edilmiş olma ihtimalleri çok yüksektir. Çin 10 bin Uygurlu Müslümanın ve 100 bin Uygurlu kızkardeşimizin nerede olduklarına açıklık kazandıramamıştır.

Doğu Türkistan’da yaşanan bu olaylar, dünya çapındaki Müslümanların yaşadıkları acıların ve sıkıntıların yalnızca bir bölümüdür. Doğu Türkistan gibi Filistin`de Müslümanlar yarım asrı aşkın süredir katledilmekte; kendi topraklarında sürgün hayatı yaşamaktadırlar. Irak`ta yaşanan karışıklıkların ve ölenlerin ardı arkası kesilmemektedir. Kerküklü kardeşlerimiz ölüm korkusuyla yaşamaktadır. Kırım`da Müslümanlar zorluklar altında varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Afganistan`da neredeyse hergün Müslüman kanı dökülmektedir. Pakistan`da ise binlerce Müslüman kendi ülkesinde mülteci konumuna düşmüştür. Yakın geçmişte Bosnalı Müslümanlar tüm dünyanın gözü önünde, Avrupa`nın ortasında, acımasızca soykırıma tabi tutulmuştur. Pek çok ülkede hapishaneler, düşüncelerinden ve inançlarından dolu tutuklanmış olan Müslümanlarla dolu. Müslümanlar, neredeyse yüzyıldır baskı altında acımasızca ezilmektedir.

İşte girdiği bir sınavı kazanamadığı, arkadaşı kendisine mesafeli davrandığı, gideceği bir yere geciktiği ya da istediği bir şeyi alamadığı için ‘sözde büyük bir derdi olduğunu’ düşünen insanların, kendilerini bu insanların yerlerine koyarak düşünmeleri ve Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetler için şükretmeleri gerekir. Filistin’de sokakta savunmasız bir şekilde bombardıman altında kalan, çatışmalarda annelerini babalarını kaybeden, kendisine bakacak büyütecek durumda olmayan, maruz kaldıkları kötü yaşam şartları nedeniyle birçok hastalığa yakalanan, soğuk hava şartlarında giyecek kıyafetleri bile olmayıp sokaklarda yaşayan küçük çocukları düşünmelidirler. Güvenli ve korumalı bir yerde, sıcak bir evde, güzel nimetler içinde yaşadıkları için Allah'a hamd etmelidirler. Sağlıkları sıhhatleri yerlerinde olduğu için, tehlike altında olmadıkları için, ‘saldırı olur mu, bombalama olur mu, işkence olur mu, kaçmak zorunda kalır mıyız, dostlarıma birşey yaparlar mı, sığınacak güvenli bir yer bulabilir miyiz?’ diye düşünmeden istedikleri zaman istedikleri yerde huzur içinde uyuyabildikleri için Allah'a şükretmelidirler. Müslüman kardeşlerimiz bu kadar zor, güvensiz ve tehlikeli şartlar altındayken, sırf bir gün bir konuda bir anlık sıkıntı yaşadılar diye, tüm bunları unutup kendi sorunlarına dalmamalıdırlar. ‘Allah beni çok zor şartlar altında tutabilirdi, bunlardan çok daha büyük zorluklarla deneyebilirdi. Allah'a hamd olsun. Benim bu kadar nimet içerisinde küçücük bir şeyden şikayet etmem Allah'ın bu lütfuna karşı nankörlük olabilir’ diyerek hemen kendi sorunlarından geçip Allah'a şükretmelidirler.


Müslüman, başına dünyada olabilecek en zor imtihanlar gelse de, sayısız nimet gelse de yine bu şekilde düşünür. Elindeki nimetleri düşünüp yine Allah'a şükreder. Doğu Türkistan’da da olsa, Filistin’de de olsa, baskı zulüm ve işkence altında da olsa yine de Allah'a şükreder. Allah kendisine akıl, iman, vicdan verdiği için, Yüce Rabbimiz'i tanıma ve sevme imkanı verdiği için, Allah'ın rızasını kazanma isteği verdiği için mutlaka Allah'tan ve yaşadıklarından hoşnut olur.
Çünkü Allah kime ne şekilde bir deneme takdir etmişse bu o kişi için en güzel olandır. Ve elbette güzel ahlakla sabredenlerin ecrini Allah dünyada da ahirette inşaAllah verecektir.

Mümin, ima yollu konuşmayı, esprilerle mesaj vermeyi güzel ve asil ruhuna yakıştırmaz...

Müslümanların güzel bir özelliği samimiyetleridir. Bir söz söyleyecekleri zaman bunu ‘sözün en güzeliyle’ ama ‘doğrudan ve açıkça’ dile getirirler. Dolambaçlı yöntemleri, imalı konuşmaları asla tercih etmezler. Cahiliye toplumlarında ‘laf dokundurma’ deyimiyle ifade edilen yöntemlere hiçbir şekilde yanaşmazlar. Yaptıkları esprileri karşılarındaki kişilere mesaj vermek için kullanmazlar. Tavır ve hareketleriyle çevrelerine bir şeyler anlatmaya çalışmazlar. Eğer söylemek istedikleri bir şey varsa, bunu samimiyetle, gönül alıcı bir üslupla, rencide etmeyecek sözlerle, olabilecek en anlaşılır şekilde karşılarındaki kimseye açıklarlar. Amaçları içlerindeki kızgınlığı deşarj etmek, karşı tarafı küçük düşürmek, yaptığı hatadan dolayı o kişiye unutamayacağı bir ders vermeye çalışmak, onun tavrına aynı tarzda bir karşılık vermek değildir. Aksine amaçları, yalnızca -Allah rızası için- karşı tarafa fayda sağlayabilmektir. Bu niyetleri tavırlarına yansıdığı için, karşılarındaki kişi de onların samimi sözlerinden ya da eleştirilerinden gerçekten istifade eder ve tavırlarındaki eksiklikleri iyice kavrayıp düzeltebilme imkanı bulurlar.

Müminlerin bu özelliği aynı zamanda onların ahlakındaki yüksek kalitenin ve derinliğin de önemli bir göstergesidir. Basit tavırlara, basit üsluplara tenezzül etmeyen, insanlarla basit konular için çekişmeye girmeyen, lafla sözle sürtüşmeyen, kaş göz işaretleriyle, yüz ifadeleri ya da mimiklerle çevrelerindeki insanlarla mesajlaşmayan yüksek bir kişiliğe sahiptirler. Aksi ise söz konusu insanların ruhlarındaki basitliği, sıradanlığı, yüzeyselliği gösteren bir alamettir. Mümin, güzel ruhunu böyle basit tavırlarla kirletmez.

Ancak elbetteki cahiliye toplumlarında bu karakterdeki insanlar sayıca oldukça fazladır. Hatta pek çok insan, çevresindeki kişilerle başka türlü iletişim kurmayı aklına bile getirmez. Gününün büyük bölümünü insanlarla bu tarzda ‘ima ve gizli mesaj alış verişleri’ yaparak geçirir. Samimiyete; dürüstçe ve doğrudan fikir belirteceği konuşmalara hiç gerek duymaz. Çünkü bunun sonucunda elde etmek istediği –karşı tarafa fayda vermek- gibi bir amacı yoktur. Amaç sadece öfkeyi deşarj etmek, rahatlamak, karşı tarafı kızdırmak, rencide etmek ve ‘çekişmek’tir. Söz konusu insanlar bu tarz bir diyalog şeklini, samimiyetten çok daha cazip bulurlar.

Müminin vicdanı ise böyle bir hayat şeklini kabul edemez. Çevresindeki insanlarla bu şekilde diyalog kurarak yaşamayı asla makul göremez. Ruhu böyle bir üslupta asla huzur bulamaz. Böyle insanların kişiliğine de asla uyum sağlamaz. Toplumda yaygın olan bu üslupla karşılaştığı zaman, müminin asil tavrı yine hiçbir şekilde değişmez. Ruhundaki yüksek kaliteden, asaletten, samimiyetten, dürüstlükten asla ödün vermez. Basitliğe asla eğilim göstermez. Bu tür insanlara sözün en güzeliyle, en asil tavırlarla, en açık ve samimi sözlerle karşılık verir.
Kuran'da müminlerin bu güze ahlakları şöyle haber verilmiştir:

"Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)

O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendileriyle muhatap oldukları zaman "Selam" derler.(Furkan Suresi, 63)

Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise göktedir. Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Allah insanlar için örnekler verir; umulur ki onlar öğüt alır-düşünürler. Kötü (murdar) söz ise, kötü bir ağaç gibidir. Onun kökü yerin üstünden koparılmış, kararı (yerinde durma, tutunma imkanı) kalmamıştır. (İbrahim Suresi, 24-26)

16 Haziran 2010 Çarşamba

''Muhalefet ruhu''ndan sakınmak: Uyumlu olmak, güzel bir mümin alameti ve önemli bir sevgi vesilesidir...

Bazı insanlar toplumda diğerlerine kıyasla daha çok sevilir ve daha çok tercih edilirler. Bunun önemli sebeplerinden biri, bu kimselerin ‘uyumlu olmanın önemini keşfetmiş olmaları’ dır.

Hemen herkes hayatı boyunca uyumsuz insanlara sıklıkla rastlamıştır. Bu kimseler çevrelerinde olup biten, etraflarında konuşulan hemen her konuda, neredeyse amaçsız denilebilecek bir ‘muhalefet ruhu’ içindedirler. Asıl istedikleri doğruyu bulmak, yanlış bir şeyi düzeltmek, isabetsiz bir şey yapılmasına engel olmak ya da daha iyi bir alternatifi uygulamak değildir. Hiçbir sebebi olmaksızın; mantıklı ya da mantıksız, herşeyde bir ‘karşı fikir’ geliştirme eğilimi içerisindedirler.

Kuşkusuz ki insanları bu ‘muhalefet ruhu’na iten ve sürekli ‘aksilik modu’nda yaşamalarını teşvik eden ‘şeytan’dan başkası değildir. Şeytan kişinin vicdanlı, akılcı, tevekküllü, şükredici, hoşgörülü, Allah'ın yarattıklarından razı olan, çevresine karşı güzel ahlak gösteren bir insan olmasını istemez. Kendisi gibi isyankar, nankör, tevekkülsüz, şükredici olmayan, uyum sağlayamayan, başkalarına tabi olamayan, alttan alıp tevazu gösteremeyen bir kimse olmasını ister.

Şeytanın etkisi altına giren kişiler de, işte hemen her yerde ve her konuda bu özellikleriyle dikkat çekerler. Örneğin bir topluluk içerisinde herkes ortak bir şey yapmaya karar verdiğinde, böyle bir kişi buna katılmak istemez. Herkes eğlenirken o bir kenarda oturur. Güzel bir espri yapıldığında herkes gülerken, bu kişi gülmez. Bir sohbet olduğunda, o sessiz kalmayı tercih eder. Herkes dışarı çıkmak istediğinde, o evde oturmak ister. Herkes uyumak istediğinde, o oturup birşeyler yapmak ister. Bir şeyi beğenip beğenmediği sorulduğunda, mutlaka bir kusur bulur. Bir konuda bir fikir vermesi istendiğinde “aklıma bir şey gelmiyor” gibi karşı tarafı hoşnut etmeyecek bir cevap verir. Bir sorun çözülmeye çalışıldığında, mutlaka zorlaştırıcı bir tavır gösterir. Çok küçük bir fedakarlıkla halledilebilecek bir konu olduğunda, buna asla yanaşmaz; bunun yerine başkasının fedakarlık yapmasını ister. Yardım istendiğinde bir bahaneyle mutlaka reddeder. Etrafında bir sürü güzellik varken, olumsuz tek bir yönü dile getirip durur. Herşeyden şikayet eder. Kendisine bir hediye alındığında ya da hoşuna gideceği düşünülerek bir güzellik - iyilik yapıldığında, doyurucu şekilde nezaket gösterip teşekkür etmek yerine, kendisine sunulan şeyde bir kusur bulup onu dile getirir. Bir şey ikram edildiğinde canı istemese bile nezaket gösterip almak yerine, “canım istemiyor” gibi kaba bir üslupla karşı tarafı reddeder.

İşte böyle bir kişi, bu ve buna benzer tavır ve üslupların toplamında “uyumsuz” bir insan haline gelir. Hep aksilik çıkaran, muhalefet eden, zorlaştıran, bahane bulan, olumsuzlukları dile getiren, söylenen, hiçbir şeyden memnun olmayan, kanaat getirmesini bilmeyen bir insan modeli oluşur.

Halbuki insan fıtratı, kolaylaştıran, rahatlatan, kendinden fedakarlık etmesi gerekse de, bunu karşı tarafa hissettirmeden yapan, makul olan herşeye uyum gösteren insanlarla rahat edecek şekilde yaratılmıştır. Böyle bir insan gerçekten gerekli bulduğu noktalarda, aklın ve vicdanın gerektirdiği şekilde muhalefet etse de, bu karşı tarafı hiç rahatsız etmez. Çünkü akılcı, mantıklı ve vicdanlı bir muhalefet, karşı tarafın hoşnutsuzluk duyacağı değil, aksine faydalanacağı bir müdahaledir. Çünkü yanlış bir şey yapacakken doğru olanı tespit etmiş olmak, o kişinin de menfaatinedir.

Uyumlu insanlara da toplumda pek çok insan aşinadır. Diğer insan karakterlerine göre daha nadir rastlanan bu insanlar, çevrelerindeki herkes tarafından çok sevilirler. Biri güzel bir söz söylediğinde hemen onu tamamlayıcı bir karşılık verirler. Kendilerine bir iltifat edildiğinde onlar da hemen daha güzeliyle bir iltifatta bulunurlar. Bir espiri yapıldığında, hoşlarına gitse de gitmese de ya da yeteri kadar güldürücü olsa da olmasa da hemen karşı tarafı onore eden bir söz söylerler. Karşı taraf makul bir teklifte bulunduğunda, kendi canları çok istemese de hemen o kişinin tercihinden yana tavır koyarlar. Yanlarındaki insanlar ciddi bir işle meşgul oluyorsa, hemen dikkat dağıtmayacak şekilde bir tavır sergilerler. Eğer neşeli eğlenceli bir ortam varsa, bu sefer de canlı, konuşkan, aktif bir tavra geçerler. Birkaç kişi birlikte yemek yiyeceği zaman, hemen karşı tarafın sevdiği ve istediği yemekten yana tercihte bulunurlar. Kendileri dinlenmek isterken, karşı taraf geniş çaplı ve yardım gerektiren bir işe girişecek olursa, kendi durumlarını hiç hissettirmeden hemen gidip yardıma koyulurlar.

Böyle insanların olduğu yerlerde tartışma ortamı hemen hemen hiç olmaz. Çünkü bu kişiler kendileri yatıştırıcı oldukları gibi, muhalefet ruhuyla hareket edenleri de yatıştıracak bir etki gösterirler.

Cahiliye toplumlarında da bazen kimi insanlar, çeşitli amaçlarla buna benzer bir karakter gösterebilirler. Kimi zaman arkadaş edinmek, kimi zaman karşı tarafa kendilerini sevdirebilmek, kimi zaman da menfaat elde edebilmek gibi düşüncelerle çevrelerindeki insanlara karşı çok candan ve uyumlu bir tavır sergiler. Ancak elbette ki bu çok kısa süreli, geçici ve aldatıcı bir kişiliktir.

Bir insanın Allah korkusundan dolayı çevresindeki insanlara karşı uyumlu, yatıştırıcı, pozitif, tamamlayıcı, rahatlatıcı, sevecen bir karakter göstermesi ise çok güzel bir mümin alameti ve çok önemli bir sevgi sebebidir. O kişinin vicdanının, aklının, Allah korkusunun, imanının, iradesinin, samimiyetinin, sevgisinin ve sağlam kişiliğinin bir göstergesidir. Ve bu geçici değil, sabit bir karakter özelliğidir.

Müminin bu konudaki samimiyeti ise, ‘asla vicdanen yanlış olduğuna inandığı bir konuda çevresine uyum göstermemesiyle’ anlaşılır. Doğru olmayan bir tavra, güzel olmayan bir söze, alaycı bir espiriye, yanlış bir karara, haram bir fiile, Allah'ın hoşnut olmayacağı bir tavır ya da söze, güzel olmayan bir ahlaka, nezaketsiz, hoşgörüsüz, merhametsiz, saygıdan yoksun bir tavra asla uyum göstermez. Kendisi uyum göstermediği gibi, bu ahlakı sergileyen kimseye de, hiç çekinmeden en güzel sözle mutlaka bunun doğrusunu gösterir.

Bu nedenle iman eden her insanın, bu önemli karakter özelliği üzerinde düşünüp gün boyunca “Müslümanlara karşı güzel ahlakta nasıl daha uyumlu tavırlar sergileyebilirim?” , “nasıl daha candan ve pozitif olabilirim?”, “Allah'ın ve Müslümanların sevgisini nasıl daha fazla kazanabilirim?” diye aklını yorması gerekir. Böyle düşünerek vicdanını zorlayan bir insan, gün boyunca karşısına bu ahlakı gösterebileceği yüzlerce detay çıkacağını görecektir. Tüm bunlarda olabilecek en güzel tavrı seçip uygulamak, –inşaAllah- Allah'ın rızasına da en uygun olan tavır olacaktır.

15 Haziran 2010 Salı


Özgür olmak, düşüncesiz olmak değildir...

İnsanlar genelde hayatlarının her safhasında özgür ve rahat olmak isterler. Hiçbir disipline, zorlamaya ya da sınırlamaya tabi olmadan istediği zaman istediği şeyi yapabilmek... Canı istediğinde uyuyup canı istediğinde kalkıp, istediğinde işlerini yapıp istemediğinde ertelemek, konuşmak istemezse konuşmamak, düşünmek istemezse düşünmemek, irade göstermek istemezse göstermemek ve bunun gibi her konuda keyfi hareket edebilmek...

Oysa ki özgürlük de ancak belirli sınırlar içerisinde aşandığında güzeldir. Yoksa ‘özgürlük’ demek; düşüncesiz, umursuz, lakayt ya da aksi olmak demek değildir. Aynı şekilde, bir insanın birlikte yaşadığı insanlar için fedakarlıkta bulunması, başkalarını düşünerek hareket etmesi, önceliği ihtiyaç olan konulara vermesi bu kişinin ‘özgürlüğünün kısıtlanmış olması’ da değildir. İnsanın güzel ahlak göstermesi onu kısıtlayan değil, onu güzelleştiren, yücelten bir özelliktir.
Yoksa insan yanında uyuyan birileri varken, “özgürlüğümü kısıtlayamam, mühim olan benim ne istediğim, benim rahat etmem” diyerek, bağırıp çağırarak konuşan,müziğin ya da televizyonun sesini sonuna kadar açan birisini düşünün. Ya da alt kattaki komşularını hiç düşünmeden geceyarısında evde gürültü yapan birilerini...


Hiç kimse bu tarz düşüncesiz insanlarla muhattap olmak, onların etraflarına verdiği rahatsızlıklarla karşılaşmak istemez. Ama kimi insanlar kendileri için böyle düşündükleri halde, kendileri başkalarına aynı tavırları çok rahatlıkla uygulayabilirler.

İnsanlardaki bu davranış bozuklukluğunu gidermenin tek bir yolu vardır, o da Kuran ahlakına uymaktır. ‘Kuran, hem insanlara aradıkları ‘özgürlüğü’ en mükemmel şekilde yaşatır, hem de bu özgürlük kimseyi rahatsız edecek boyutlara ulaşmaz. Dolayısıyla mümin, -Allah'ın belirlediği ahlak sınırları içerisinde- alabildiğine özgür bir hayat yaşayabilme konforuna sahiptir.

Müslüman olmak demek, vicdan kullanmak demektir. İrade kullanmak, akıl çünkü kullanmak, nefsi zorlamak, nefse karşı galip gelmek demektir. Bu nedenle mümin dünyanın en özgür en rahat insanı olmasına rağmen, hayatı boyunca yaşadığı her an tercihlerini vicdanına göre belirler. Canı istediğinde uyuyup, canı istediğinde yemek yiyip, canı istediğinde dinlenip, canı istediğinde çalışmak gibi bir ahlak tarzı yoktur. Asıl ölçüsü, “Allah'ın rızasının en çoğunu kazanabilmek”tir. Her an aklıyla ve vicdanıyla çevresinde olup biten olayları değerlendirir ve aralarından en hayırlı, en hikmetli, en faydalı ve en aciliyetli olduğunu düşündüğü konuya yönelir.

Dolayısıyla bir insan gerektiğinde bir başkasının ihtiyaçlarını kendininkilerden önde tutmakla kendi özgürlüğünden ödün verir belki ama, insanı asıl mutlu edecek özgürlük şekli de budur zaten. Yoksa insan bir başkasına rahatsızlık verdiğini bilerek, kendi isteklerini elde ettiğinde mutlu olamaz. Ancak vicdanına uygun hareket ederse gerçekten özgür olur ve ancak bu onu mutlu eder.

Çünkü özgürlük, yaygın olarak zannedildiği gibi, sadece insanın fiziksel olarak özgür olmasıyla yaşabilecek bir duygu değildir. Asıl önemli olan manevi anlamda özgür olabilmektir. Asıl özgürlük, Allah'ın insanın ruhuna ve kalbine hissettirdiği genişlik, ferahlık, güven ve huzur duygularının bir bütünüdür. Bu da kişinin imanı, takvası, tevekkülü ve teslimiyeti ile doğrudan bağlantılıdır.

Dolayısıyla asıl özgürlük ve mutluluk, insanın canı ne isterse onu yapmasında değil; Allah'ın rızasına en uygun olan ahlakı yaşamasındadır. Bu ahlakın kazandıracağı manevi özgürlük, insanın’ düşünmeden yaşadığı sınırsız bir fiziksel özgürlük’ ile asla kıyaslanmayacak kadar büyük bir nimettir. Ve Allah bu nimeti yalnızca müminlere lütfetmiştir.
Allah Kuran'da gerçek mutluluğun yolunu şöyle bildirmiştir:

... Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.
(Rad Suresi, 28)

14 Haziran 2010 Pazartesi


Hata yapmaktan korkmamak...

Hata yapmaktan korkmamak için, önce hatanın ne olduğunu iyi düşünmek gerekir. Hata, bir insanın ‘istemeden yaptığı’ davranışlardır. Gereği gibi düşünemediği, gereken tüm tedbirleri alamadığı, gereği gibi irade gösteremediği, ihmalkarlık yaptığı, unuttuğu ya ya da yanıldığı için elinde olmadan sebep olduğu durumlardır.

Bir de kasten yapılan, karşı tarafa zarar vermeyi amaçlayan, kin, öfke veya kıskançlıkla, intikam duygularıyla, rekabet hissiyle, kötülük olsun diye, özel olarak tasarlanan davranışlar vardır.
Kasten yapılan kötü amaçlı bu davranışlarda ilgili kişiye buğz edilmesi, o kişiye karşı tedbir alınması ve dikkatli davranılması son derece normal ve hatta gereklidir.


Ancak iyi niyetli bir insanın, istemeden yaptığı, hatta ortaya çıkan sonuçtan en çok kendisinin rahatsız olduğu bir durumda, o kişiye karşı haksız bir kızgınlık duymak vicdana uygun değildir. Çünkü herşeyden önce, o kişi yalnızca kaderinde olanı yapıyordur. Allah dilediği için o hata gerçekleşmiş, Allah dilediği için o kişi, o hatayı yapacağı şartları hazırlamıştır.

İnsan Allah'a ait bir varlıktır. Allah'ın sonsuz gücü karşısında acz içindedir. Allah'a tam teslimiyetle kaderini yaşamaktadır. Bu nedenle hayatı boyunca her ne yaşarsa yaşasın, ne tür bir durumla karşılaşırsa karşılaşsın, tüm bunları Allah'ın yarattığını unutmamalıdır. Ve iman eden bir insan için –Allah her ne yaratırsa yaratsın- , -ve bu her ne kadar eksiklik, acı ya da sıkıntı olarak görünürse görünsün-, mümin için kesinlikle ‘hayırdır’, ‘nimettir’. Allah dilediği için o kişi o hatayı yapmaktadır. Demekki o hatanın sonucunda gerçekleşmesi gereken bir durum vardır. Ve bunda da mümin için mutlaka bir güzellik vardır. Allah olayların başka bir şekilde gelişmesini o kişi için daha hayırlı görmüştür. O zaman mümin de meydana gelen bu durumdan tedirgin olmayacak, Allah'ın takdir edip güzel gördüğü sonuçta, o da aynı güzelliği görecektir.

Örneğin bir insan yürürken dikkatini tam olarak açmadığı ve önüne bakmadığı için karşısına çıkan bir şeyi kırıp yıkabilir. Ya da saatlerce emek verilererek hazırlanmış bir yemek tabağına çarpıp yere düşürebilir. Uyuyakaldığı için kendisini bekleyen insanların işlerini geciktirebilir. İşte tüm bunlarda Allah'ın yarattığı türlü hikmetler gizlidir. O kırılan eşyayı kıran Allah'tır. O eşya belki ileride sahipleri arasında bir huzursuzluğa yol açacak, belki daha tehlikeli ve birine zarar verecek şekilde kırılacaktır. Belki de onun kırılmasıyla, Allah o yere onun çok daha güzelinin alınmasını sağlayacaktır. Aynı şekilde yere dökülen yemeği döktüren de Allah'tır. Belki o yiyecekte bayat bir malzeme vardır ve yiyen birinin rahatsızlığına sebep olacaktır. Belki yiyecek olan kişinin daha sağlıklı bir şeyi yemesine engel olacaktır. Bunun gibi uyuduğu için gideceği yere gidemeyecen bir insanı uykudan uyandırmayan da Allah'tır. Çünkü onu bekleyen arkadaşlarının geç kalması gerekiyordur. Belki bu onları bir tehlikeden koruyacak, belki daha önemli bir şeyi halletmeleri için onlara imkan oluşturacaktır.

Bunlar sadece birkaç örnekten ibarettir. Ama mümin, gün boyunca yaşadığı tüm olayları ve yaptığı hataları da bu bakış açısıyla ve hikmet gözüyle değerlendirmelidir. Allah Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük herşey satır satır (yazılı)dır."(Kamer Suresi, 52-53)

Ancak bu gerçeği düşünmeyen pek çok insan hata yaptığında telaşa kapılır. Hatanın şiddetine göre bu tedirginliği, üzüntüsü ve huzursuzluğu daha da artar. Özellikle de bu hatanın yol açtığı durumdan etkilenen insanların konumunu düşündükçe, bu rahatsızlığı daha da gelişir. Onların kendisine kızgınlık duyacaklarından, tavır alacaklarından çekinmesi ise, yaşadığı bu sıkıntıyı daha da artırır.

Oysa ki kişinin yaşadığı tüm bu sıkıntılar tümüyle yersizdir. Ve herşeyden önce Kuran ahlakına uygun değildir. Müminin “herşeyde hayır olduğunu bilerek” kalbinin mutmain olmuş yani yatışmış olması gerekir. Nasıl ki bir başkası hata yaptığında, o hatayı sahiplenmiyor ve bu tarz bir sıkıntıya girmiyorsa, kendisi yaptığında da durum bundan farksızdır. Sıkıntıya, üzüntüye kapılmamalıdır. Ama hatasından ders almalıdır. Üzerinde derinlemesine düşünmelidir. Bir daha tekrarlanmaması için ne tür tedbirler alması gerektini tespit edip bunları planlamalıdır. Hatasıyla neden olduğu durumu ortadan kaldırmak için elinden gelen her türlü çabayı göstermelidir. Zarar verdiği insanlar varsa, bu kimselerden özür dilemelidir. Gönül alıcı güzel sözlerle, Allah'tan korkan, güzel ahlaklı, vicdanlı bir insan olduğunu bu kimselere göstererek, o hatayı istemeden yaptığı konusunda karşı tarafı ahlakıyla rahatlatmalıdır.

İnsan yaptığı hatayla kimi zaman küçük sorunlara, kimi zaman da çok hayati ve büyük sorunlara yol açabilir. Bu da insanı telaşlandırmamalıdır. Sonuç, maddi ya da manevi anlamda, zahiren telafi edilemez boyutlarda da olsa, ya da sıradan ve basitçe halledilebilir aksaklıklara da yol açsa bu, müminin düşünce şeklini değiştirmez. Mümin elbetteki vicdan azabı duyar, pişmanlık hisseder. Ancak Allah zaten insanı, vicdanını bu şekilde kullanması, pişman olup tevbe etmesi, Allah'tan bağışlanma dilemesi ve o hatayı bir daha yapmamak için karar alması için özellikle hata yapacak karakterde yaratmıştır.

Elbette ki insan hata yapmamak için elinden geleni yapmalı; aklını, vicdanını, iradesini, yeteneklerini, imkanlarını son noktasına kadar kullanarak aldığı bir sorumluluğu ya da yapacağı bir işi olabilecek en kusursuz ve mükemmel şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. Ama hata oluştuğunda da, Kuran'da hata yapan müminin göstermesi için bildirilen ahlakı yaşayarak bu durumu telafi etmelidir.

Müminlerin her konudaki ölçüleri Kuran olduğu için, hata yapan bir insana olan bakış açıları da yalnızca Kuran ahlakıyla olacaktır. Mümin, karşısındaki gibi kendisinin de her an hata yapabilecek, acz içinde bir insan olduğunu bilir. Her insana herşeyi yaptıranan Allah olduğunu bilir. -Allah'ın dilemesiyle-, bir insanın samimiyetle mi yoksa kasti olarak mı böyle bir hata yaptığını fark edebilir. Samimi olan bir insana ise, sadece tek bir hatasından dolayı ne sevgisinde ne de saygısında bir değişiklik olmaz.

Ayrıca Allah Kuran'da müminlere “affedici ve hoşgörülü olmayı”, “bağışlamayı” emretmektedir. İşte Müslüman bir kardeşinin, küçük ya da büyük bir hata yapması, müminin bu ahlakı göstereceği anlardır. Hata yapan kardeşini tedirgin etmeden, yaptığı hatayla onu minnet altında bırakmadan ona doğrusunu gösterecek; hatalı yönlerini düzeltmesine yardımcı olacaktır. Affedecek, bağışlayacak, sevgiyle, hoşgörüyle cesaretlendirerek kardeşinin o hatadan kurtulmasını ve çok daha iyi olmasını sağlayacaktır.


... Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)

... Yine de affeder, hoş görür (kusurlarını yüzlerine vurmaz) ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Teğabün Suresi, 14)

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar, affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)

Kim sabreder ve bağışlarsa, şüphesiz bu, azme değer işlerdendir. (Şura Suresi, 43)

Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa Suresi, 149)