31 Temmuz 2010 Cumartesi

Bazen bir konunun çözümü, yalnızca olaya ''daha farklı bir bakış açısıyla bakmakta''dır


Her insanın, hayata bir bakış açısı vardır. Çocukluğundan itibaren aldığı eğitim, annesinin babasının kişilik yapısı, yaşadığı olaylar, sahip olduğu kültür yapısı bu bakış açısına yön verir. İnsanların olayları algılamasında, sahip oldukları bu bakış açısının önemi o kadar büyüktür ki, bazen iki ayrı insan aynı olayı birbirinin tamamen zıttı olarak algılayabilir.

Örneğin kimi zaman insan, içinden çıkamadığı bir olayla karşılaştığında ya da çok zorlandığı bir durum yaşadığında, çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu zanneder. Ama bazen aslında ortada sandığı gibi bir sorun hiç yoktur. Ya da bazen de, çok büyük sanılan bu sorunun çözümü, aslında sadece kişinin olaya bakış açısını değiştirmesindedir. İnsan sadece bakış açısını değiştirerek, olayları çok daha farklı şekilde algılayabilme imkanı yakalar.

Nasıl ki bir insanın, bir sokağın ortasında durup etrafına baktığında gördükleriyle, aynı sokağın aynı noktasındaki bir gökdelenden o sokağa baktığında gördükleri farklı ise; aynı kişinin bir olaya iki değişik bakış açısıyla bakıp değerlendirmesi de aynı şekilde farklıdır.

Farklı bakış açılarının etkisi, iki kişi arasında bir sorun olduğunda, bu kişilerin her birinin olayları aktarışının farklı olmasında da görülür. Her iki tarafın da içerisinde bulunduğu durum, mazeretleri, haklı oldukları noktalar, yanlış algıladıkları kısımlar, önyargıları ve beklentileri, o olaya bakış açılarına etki eder. Sonuçta da iki farklı bakış açısı ortaya çıkar.

İşte insanın, her olaya bu önemli gerçeği göz önünde bulundurarak yaklaşması çok önemlidir.Çünkü insan bazen, sırf yanlış bir bakış açısı içerisinde olduğu için birçok konuyu halledemiyor olabilir. Ve yine sadece bakış açısını değiştirmekle birçok konuda ilerleme kaydetmeyi başarabilir.

Bu, hem insanın karşılaştığı olaylarda daha sağduyulu ve daha doğru hareket edebilmesine hem başkalarıyla arasındaki ilişkilerde karşı tarafı daha iyi anlayabilmesine hem de kendi eksikliklerini daha iyi görüp, sorunlarına kesin çözümler getirebilmesine vesile olabilecek hayati bir bilgidir.

Söz gelimi bir insan, karşısındaki kişiyi farklı bir bakış açısıyla değerlendirdiği için, onun tüm sözlerini ve tavırlarını yanlış anlayabilir. Karşı tarafın iyilik, güzellik amaçlı hareketlerini tam ters yönde ve çok farklı yorumlayabilir. Ya da o kişinin olağan ve doğal tavırlarında kasıt olduğunu zannederek bunlardan bambaşka sonuçlar çıkarabilir. Aynı şekilde yine sahip olduğu bakış açısının etkisiyle, beraberindeki bir kişiyi olduğundan çok daha üstün ahlaklı ve nitelikli bir insan zannedebilir. Bu kişinin tavırlarına hep hüsn-ü zan ile yaklaştığı için, bunların altında yatan art niyetleri, kötü amaçları ya da eksiklikleri göremeyebilir.

İnsanın bu tarz ihtimallere karşı yapması gereken, ‘bakış açısını yalnızca Kuran'a göre şekillendirmesi’ ve ‘buna kendinden hiçbir ilave mantık eklememesi’dir.

Allah Kuran'da insanlara; kime, hangi durumda, hangi sebeplerle ve hangi olaylarda nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu, insan için çok kesin ve sarsılmaz bir ölçüdür. Örneğin bir kimsenin iman eden, tüm tavırlarıyla ve samimiyetle Kuran ahlakını yaşayan, hiçbir durumda bu özelliklerinden taviz vermeyen, güvenilir bir Müslümana hüsnü zana dayalı, çok olumlu bir bakış açısı olması gerekir. Bu kişinin yanlış gibi görünen tavırları ya da sözleri olsa bile, bunlara hayır ve hikmet gözüyle bakması, hayra yorması, konuyu o kişi açısından en lehe olacak şekilde değerlendirmesi gerekir. Bir Müslüman, bir başka mümin ile arasında bir sorun yaşıyorsa, bu durumda kendi bakış açısında mutlaka bir hata olabileceğine ihtimal verip, bakış açısını değiştirmeyi denemelidir. Çünkü tümüyle Kuran'a göre hareket eden iki insanın, aralarındaki herhangi bir konuyu halletmeleri son derece kolay olmalıdır. Dolayısıyla eğer ortada bir zorluk varsa, o zaman sorun iki tarafın da bakış açılarında olabilir.

Buna bağlı olarak, bazen insanın kendi hayatına, yaşadıklarına ve olayların muhtemel gelişimine yönelik bakış açısının yanlışlığı da, kişinin çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu sanmasına ve gereksiz yere sıkıntı yaşamasına neden olabilir. Kuran dışında cahili bazı mantıklarla hareket ettiği için, olaylar hakkında yanlış ihtimaller üzerinde duruyor olabilir. Bu nedenle bir Müslüman, eğer kendi içinde de, zorlandığı bir konuyla karşı karşıya ise, bu durumda da, olaylara yanlış bir bakış açısı olabileceğinden şüphelenmeli ve konuya başka bir açıdan yaklaşmayı denemelidir.

Bir mümin, yaşadığı her olaya Kuran'ın gerektirdiği ahlak ile yaklaşıp herşeyi Kuran'ı ölçü alarak değerlendirdiği sürece, -Allah'ın izni ve yardımıyla- karşısına çıkan -sorun sandığı herşeyi- çözebilecek bir anlayış kazanmış olur.

Kuran'da bu gerçek insanlara şöyle haber verilmiştir:

Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek bir çıkış yolu) vardır. (Enbiya Suresi, 106)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; (Talak Suresi, 2)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Bazen bir konunun çözümü, yalnızca olaya ''daha farklı bir bakış açısıyla bakmakta''dır


Her insanın, hayata bir bakış açısı vardır. Çocukluğundan itibaren aldığı eğitim, annesinin babasının kişilik yapısı, yaşadığı olaylar, sahip olduğu kültür yapısı bu bakış açısına yön verir. İnsanların olayları algılamasında, sahip oldukları bu bakış açısının önemi o kadar büyüktür ki, bazen iki ayrı insan aynı olayı birbirinin tamamen zıttı olarak algılayabilir.

Örneğin kimi zaman insan, içinden çıkamadığı bir olayla karşılaştığında ya da çok zorlandığı bir durum yaşadığında, çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu zanneder. Ama bazen aslında ortada sandığı gibi bir sorun hiç yoktur. Ya da bazen de, çok büyük sanılan bu sorunun çözümü, aslında sadece kişinin olaya bakış açısını değiştirmesindedir. İnsan sadece bakış açısını değiştirerek, olayları çok daha farklı şekilde algılayabilme imkanı yakalar.

Nasıl ki bir insanın, bir sokağın ortasında durup etrafına baktığında gördükleriyle, aynı sokağın aynı noktasındaki bir gökdelenden o sokağa baktığında gördükleri farklı ise; aynı kişinin bir olaya iki değişik bakış açısıyla bakıp değerlendirmesi de aynı şekilde farklıdır.

Farklı bakış açılarının etkisi, iki kişi arasında bir sorun olduğunda, bu kişilerin her birinin olayları aktarışının farklı olmasında da görülür. Her iki tarafın da içerisinde bulunduğu durum, mazeretleri, haklı oldukları noktalar, yanlış algıladıkları kısımlar, önyargıları ve beklentileri, o olaya bakış açılarına etki eder. Sonuçta da iki farklı bakış açısı ortaya çıkar.

İşte insanın, her olaya bu önemli gerçeği göz önünde bulundurarak yaklaşması çok önemlidir.Çünkü insan bazen, sırf yanlış bir bakış açısı içerisinde olduğu için birçok konuyu halledemiyor olabilir. Ve yine sadece bakış açısını değiştirmekle birçok konuda ilerleme kaydetmeyi başarabilir.

Bu, hem insanın karşılaştığı olaylarda daha sağduyulu ve daha doğru hareket edebilmesine hem başkalarıyla arasındaki ilişkilerde karşı tarafı daha iyi anlayabilmesine hem de kendi eksikliklerini daha iyi görüp, sorunlarına kesin çözümler getirebilmesine vesile olabilecek hayati bir bilgidir.

Söz gelimi bir insan, karşısındaki kişiyi farklı bir bakış açısıyla değerlendirdiği için, onun tüm sözlerini ve tavırlarını yanlış anlayabilir. Karşı tarafın iyilik, güzellik amaçlı hareketlerini tam ters yönde ve çok farklı yorumlayabilir. Ya da o kişinin olağan ve doğal tavırlarında kasıt olduğunu zannederek bunlardan bambaşka sonuçlar çıkarabilir. Aynı şekilde yine sahip olduğu bakış açısının etkisiyle, beraberindeki bir kişiyi olduğundan çok daha üstün ahlaklı ve nitelikli bir insan zannedebilir. Bu kişinin tavırlarına hep hüsn-ü zan ile yaklaştığı için, bunların altında yatan art niyetleri, kötü amaçları ya da eksiklikleri göremeyebilir.

İnsanın bu tarz ihtimallere karşı yapması gereken, ‘bakış açısını yalnızca Kuran'a göre şekillendirmesi’ ve ‘buna kendinden hiçbir ilave mantık eklememesi’dir.

Allah Kuran'da insanlara; kime, hangi durumda, hangi sebeplerle ve hangi olaylarda nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu, insan için çok kesin ve sarsılmaz bir ölçüdür. Örneğin bir kimsenin iman eden, tüm tavırlarıyla ve samimiyetle Kuran ahlakını yaşayan, hiçbir durumda bu özelliklerinden taviz vermeyen, güvenilir bir Müslümana hüsnü zana dayalı, çok olumlu bir bakış açısı olması gerekir. Bu kişinin yanlış gibi görünen tavırları ya da sözleri olsa bile, bunlara hayır ve hikmet gözüyle bakması, hayra yorması, konuyu o kişi açısından en lehe olacak şekilde değerlendirmesi gerekir. Bir Müslüman, bir başka mümin ile arasında bir sorun yaşıyorsa, bu durumda kendi bakış açısında mutlaka bir hata olabileceğine ihtimal verip, bakış açısını değiştirmeyi denemelidir. Çünkü tümüyle Kuran'a göre hareket eden iki insanın, aralarındaki herhangi bir konuyu halletmeleri son derece kolay olmalıdır. Dolayısıyla eğer ortada bir zorluk varsa, o zaman sorun iki tarafın da bakış açılarında olabilir.

Buna bağlı olarak, bazen insanın kendi hayatına, yaşadıklarına ve olayların muhtemel gelişimine yönelik bakış açısının yanlışlığı da, kişinin çok büyük bir sorunla karşı karşıya olduğunu sanmasına ve gereksiz yere sıkıntı yaşamasına neden olabilir. Kuran dışında cahili bazı mantıklarla hareket ettiği için, olaylar hakkında yanlış ihtimaller üzerinde duruyor olabilir. Bu nedenle bir Müslüman, eğer kendi içinde de, zorlandığı bir konuyla karşı karşıya ise, bu durumda da, olaylara yanlış bir bakış açısı olabileceğinden şüphelenmeli ve konuya başka bir açıdan yaklaşmayı denemelidir.

Bir mümin, yaşadığı her olaya Kuran'ın gerektirdiği ahlak ile yaklaşıp herşeyi Kuran'ı ölçü alarak değerlendirdiği sürece, -Allah'ın izni ve yardımıyla- karşısına çıkan -sorun sandığı herşeyi- çözebilecek bir anlayış kazanmış olur.

Kuran'da bu gerçek insanlara şöyle haber verilmiştir:

Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek bir çıkış yolu) vardır. (Enbiya Suresi, 106)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; (Talak Suresi, 2)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

30 Temmuz 2010 Cuma

İnsan, 'kendini tam olarak ifade edememe'nin sıkıntısını yaşamamalıdır. Allah insanın içindekini insanlara mutlaka hissettirir.


İnsan, bazen çevresindeki insanlara düşüncelerini, hissettiklerini tam olarak anlatamamanın sıkıntısını yaşar. Kendini istediği gibi ifade edememek, içinde yaşadıklarını tam kendi algıladığı şekilde karşı tarafa da algılatamıyor olmak, bu kişiyi telaşlandırır. Sanki ancak bunu başarabilirse, karşısındaki kişinin de onu anlayacağı ve o doğrultuda onunla ilgili olan fikirlerini değiştireceği kanaatindedir.

Elbetteki bunu başarabilmek -eğer mümkün oluyorsa- güzel bir şeydir. Hakikaten de, düşünüldüğü gibi, bu insanların birbirlerini daha iyi anlamaları ve tanımaları açısından önemlidir. Ama insan eğer istediği gibi kendini ifade edemiyorsa, içinde hissettiklerini, düşüncelerini tam olarak dışarıya aktaramıyorsa da, yine de bu, onu telaşlandıran, sıkıntıya sokan bir şey olmamalıdır.

Çünkü insanın karşısındaki kişiyi de, yaşayacağı olayları da, tüm fikirleri ve hisleri de yaratan yalnızca Allah'tır. İnsan kendini ifade edemese de, onun içinde olanların tümünü en iyi bilen Allah'tır. Zaten onun tüm bu yaşadıklarını da yaratan Allah'tır. Dolayısıyla eğer bir insan, -konu her ne olursa olsun- içinde samimi, güzel duygular besliyorsa; iyiliği, dostluğu, güzel ahlakı amaçlıyorsa, içindeki bu duyguları insanlara da hissettirecek olan Allah'tır. Bu nedenle insanın bu yönde telaşlanacağı, sıkıntıya düşeceği hiçbir şey olmamalıdır.

Ama aynı şekilde eğer içinde, az da olsa kötü hisler varsa ve bu kişi sözleriyle bunu örtüp karşı tarafa farklı bir imaj vermeye çalışıyorsa, o zaman elbetteki bu kişi samimiyetsizliğin verdiği bir telaş içerisinde olabilir. Çünkü karşı tarafta, gerçek olmayan bir kanaat oluşturmaya çalışmaktadır. Ve Allah, kişinin kalbindeki bu samimiyet eksikliğini bilmektedir. Dolayısıyla kişi, karşı tarafı iyi niyetli olduğuna ikna etmeyi başarabilse bile, Allah olayları bu kişinin gerçek niyetine göre yaratacaktır. Kalbindeki eksiklikler, -insanlar aksine inansalar bile- bir şekilde bu kişinin hayatına yansıyacaktır.

İşte bu nedenle eğer insan, karşısındaki insanlarda olumlu bir kanaat oluşturmak istiyorsa, sadece sözle bu kişileri ikna etmeye yönelmektense, asıl olarak kendi içinde gerçekten samimi bir ruh elde etmeye çalışmalıdır. Eğer kendi içinde gerçekten samimiyeti yaşıyorsa, Allah o kişideki bu değeri mutlaka insanlara da hissettirecektir.

29 Temmuz 2010 Perşembe

''Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır'' (Şura Suresi, 30)

İnsan nefsinin, dikkatle düşünülmesi gereken önemli bir özelliği vardır. İnsan başına iyi şeyler geldiğinde, çevresinden hep güzellik, iyilik gördüğünde, olaylar hep istediği gibi, sevineceği, mutlu olacağı gibi geliştiğinde bundan büyük hoşnutluk duyar. Çevresinde olup biten güzel olayların ve başına gelen iyiliklerin, kendisinden kaynaklandığına inanır. Kendisi çok çabaladığı, iyi bir insan olduğu, pek çok konuda dikkat sarfedip emek verdiği, akılcı ve tedbirli davrandığı için, işlerinin de hep rast gittiğine, olayların umduğu gibi olumlu şekilde geliştiğini düşünür. Yani kısacası, başına gelen tüm iyilikleri en küçük detayına kadar hak ettiği kanaatindedir.

Ancak aynı insan, istemediği gelişmelerle karşılaştığında, insanlardan kendisine iyilik, güzellik gelmediğinde, işleri istediği gibi sonuç vermediğinde, hayatında nimet eksiklikleri, zorluk ve sıkıntılar oluştuğunda ‘tüm bunların, yine en küçük detayına kadar hak ettiği için gerçekleştiğine’ dair bir kanaat beslemez.Tam tersine, başına gelenleri hiç hak etmediği, haksızlığa uğradığı, mağdur olduğu, hatta herkese karşı çok iyi olmasından dolayı başına bunların geldiği gibi bir ‘haksızlığa uğrama psikolojisi’ içerisinde olur.

Bu durumdaki insan çoğu zaman kendi kendine oturup şöyle düşünmez: “Acaba bende bir eksiklik olabilir mi? Benim yanlış inançlarım ya da yanlış bir bakış açım olabilir mi? Başıma gelen şeyler, benim bu yanlış inançlarımla ya da ahlakımla ilgili olabilir mi? Acaba ben farklı davranmış olsam, hayatımdaki iyiliklerin ve güzelliklerin durumu daha farklı olur muydu? Tüm bunları gerçekten ahlakımdaki eksiklikler dolayısıyla, hak ettiğim için yaşıyor olabilir miyim?”

Eğer kısa bir an için bile bu şekilde düşünmüş olsa ve sorunu başka detaylarda aramak yerine, kendisini samimiyetle kınayabilse, insan aslında çok açık olan gerçeği görebilecektir.

Allah Kuran'da, “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder.” (Mümin Suresi, 30) buyurmuştur.

Bu ayet insana, yaşadıklarını çok doğru ve sağlam bir şekilde değerlendirebileceği gerçek bir bakış açısı kazandırmaktadır. Bir başka ayette Allah, “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır...” (Yunus Suresi, 26) diye bildirmiştir. İnsan, kalbini temiz ve samimi tuttuğu, hayatındaki her olaya Allah'ın rızasını arayarak baktığı, tüm bunları Kuran ahlakıyla düşündüğü sürece ve insanlara da yalnızca Kuran ahlakının getirdiği bakış açısıyla yaklaşıyorsa, ‘Allah bu kişinin hayatındaki güzellikleri mutlaka artıracaktır’.

Eğer içinde kötülük barındırıyorsa, saf olarak Kuran ile düşünmüyor, içine biraz da cahiliye ahlakı ekliyorsa, olayları sadece Kuran ile değil, cahiliyenin değer yargıları ve kurallarıyla da değerlendiriyorsa, elbetteki bu kişinin hayatı içerisinde karşılaşacağı olaylar ve yaşayacakları da, aynı bu şekilde olacaktır. Kendisi manen ortaya ne koyuyorsa, tüm bunlar bir şekilde onun hayatına geri yansıyacaktır.

İşte Kuran'da çok açık bir şekilde bildirilmiş olan bu gerçeğin unutulmaması çok önemlidir. İnsan, sürekli kendinden yana düşünüp; başına gelen iyilikleri hak edip, yaşadığı sıkıntıları ise asla hak etmediği gibi (Allah'ı tenzih ederiz) yanlış bir bakış açısına kapılmaya çok yatkındır. Nefsindeki bu telkinin doğru olmadığını anlaması için ise, işte Kuran’daki bu ayetleri düşünmesi yeterlidir.

Allah sonsuz şefkat, merhamet sahibidir. Rahmeti her yeri kuşatmıştır. Kullarını sonsuz seven, onlara gizli ve açık yollardan sürekli olarak iyilik, güzellik ulaştırandır. İnsanın her anı, Allah'ın sevgisini görebileceği binlerce detayla doludur. Ve Allah sonsuz adalet sahibidir.

Allah, dünyanın en büyük kötülüklerini yapan bir insana bile rahmet etmekte ve ona kurtuluş yollarını göstermektedir. Ona her an yeni fırsatlar yaratmakta, kötülükten sakınması, pişman olup vazgeçmesi için vicdanıyla her an ona doğru olanı ilham etmektedir.

İnsanın, Allah'ın ahlakındaki bu sonsuz mükemmelliği görüp, Allah'ın adaletine tam teslim olması gerekir. Eğer bir kimsenin hayatında bazı eksiklikler varsa, bunun çözümünü kendi ahlakında aramalıdır. Allah'ı daha çok sevmeye, Allah'ın istediği ahlakı daha titiz yaşamaya, kalbinde en ufak bir kötü düşünce bırakmamaya, her olaya yalnızca Kuran bakış açısıyla bakmaya ve tüm hayatını Allah'ın istediği titizlikle yaşamaya niyet etmelidir. O zaman Allah'ın izniyle -Allah'ın vadettiği gibi- yaptığı her güzellik, dünyada da ahirette de çok daha güzeliyle karşılık bulacaktır.

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.(Nahl Suresi, 97)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

İnsanın, ibret aldığı, ders çıkardığı tecrübelerini ve yaşadığı önemli olayların ruhunda oluşturduğu etkiyi unutmaması önemlidir...

İnsanların hayatlarında çok nadir yaşadıkları bazı olaylar olur. Bu olayların derin etkisi, bu insanlar üzerinde aylarca hatta yıllarca sürer. O olaya ait görüntüler ve sesler, insanların gözlerinin önünden ve kulaklarından hayatlarının sonuna kadar kaybolmaz. Bazen bir insanın ölümüne şahit olmak, bazen deprem, sel, trafik kazası, yangın gibi olaylar, bazen insanın yaşadığı çok büyük bir pişmanlık, bazen çok mahçup olduğu bir olay, bazen aldığı çok önemli ve hayati bir eleştiri, insanın hayatının sonuna kadar unutmayacağı bu olaylardandır.

İnsanlar çoğunlukla, yaşadıkları bu gibi durumlarda, çok hayati bazı gerçekleri kavrar ve hayatlarına yön verecek çok önemli bazı kararlar alırlar. Yaşadıklarından çıkardıkları sonucu çok önemli görür ve kendi içlerinde, ‘tüm bunları asla unutmamaya’ niyet ederler. Yaşadıkları olaylardan aldıkları ders ve ibretlerin, hayatlarının sonuna kadar kendilerine fayda getirecek çok değerli tecrübeler olduğunu fark ederler.

Büyük olayların yanı sıra, insanın yaşadığı bazı küçük ve sıradan olaylar da kimi zaman insanlara çok önemli kararlar aldırır. Yediği acılı ya da baharatlı bir yemek midesini rahatsız ettiğinde, bu kişi, “Aman bunun bana verdiği zararı unutmayayım da, bir daha bu tür bir yemek yemeyeyim” diye bir karar alır. Çünkü aynı zorlukları bir kez daha yaşamak istemez. Ama bir şekilde bu tecrübesini çok çabuk bir şekilde unutur. Ya da tembellik ettiği için sınavına çalışmayan bir insanın, bütün bir sene daha okula devam etmek zorunda kalması, aslında o kişi için, kendisine ders çıkarması gereken çok önemli bir tecrübedir. Belki o günlerde aklından, “Tembellik yapmanın zararını asla unutmayayım” diye geçirir ve bir daha böyle bir hata yapmamaya niyet eder. Ya da söylediği kırıcı bir söz sonrasında, karşısındaki kişiyle olan yakınlığında oluşturduğu tahribatı gören bir insan, çok büyük bir pişmanlık yaşar. “Bir daha mutlaka düşünerek konuşacağım, aklıma gelen ilk sözü asla düşünmeden söylemeyeceğim” diye çok samimi bir karar alır.

Bu örneklerde olduğu gibi, insanın hayatında, birçok konuyu daha derinlemesine kavradığı bazı anlar olur. Kendi kendine “Bir daha bunu hiç yapmayacağım”, “Buna çok dikkat edeceğim”, “Bu sözü ya da bu üslubu hiç kullanmayacağım”, “Bu yanlış bakış açısını kafamdan tamamen atacağım” gibi kararlar alır. Ancak ne var ki, insan çok unutkan bir varlıktır. Gün içindeki küçük olaylarda da, hayatında önemli yer tutan büyük olaylarda da, çıkardığı dersleri, edindiği tecrübeleri ve aldığı kararları çok çabuk unutur. Ömrünün sonuna kadar unutmama kararı aldığı bir konuyu, bazen bir iki gün, bazen bir iki saat, bazen de 5- 10 dakika içinde, dikkatinin dağılmasıyla birlikte hemen unutur. Ta ki aynı hatayı tekrar yapana kadar.

Bazen bu durum insanın hayatında onlarca kez tekrarlanır. Önemli bir olay ya da yaptığı bir hata, bir konuda önemli bir ibret vesilesi olur ve bu kişi bu konuda dikkat etmek için hayati bir karar alır. Ama günlük hayatına dönmesiyle birlikte bunu hemen unutur. Bir süre sonra benzer bir durumla yine karşılaşır. “Daha önce de bu durumla karşılaşmıştım ve yaşadıklarımdan edindiğim tecrübeyi asla unutmadan hareket etme kararı almıştım. Ama bu kararımı unuttuğum için tekrar aynı hataya düştüm. Fakat artık bu sefer bu kararımı hiç unutmayacağım” diye niyet eder. Ama yine unutur. Ve tekrar aynı duruma düşer. Tekrar unutur. Ve tekrardan, önceden karar almış olduğunu hatırlar. Ve bu unutmalar, benzer olaylarla sürekli olarak devam eder.

Bu durum, elbetteki bu tecrübeleri yaşayan kişiyi de şaşırtır. Şuurunu, hafızasını, aklını istediği gibi kullanamamasına; çok iyi bildiği ve kesin karar aldığı bir konuda sürekli aynı hataları tekrarlamasına bir anlam veremez.

Oysa ki, burada insanın görmesi gereken çok önemli bir harikalık vardır. ‘Samimi niyet edilmediğinde, çok güçlü bir karar alınmadığında, insan çok etkilendiği hayati bir konuda bile, yaşadıklarını hemen unutabilmektedir.’ Burada kişinin yapması gereken, eksikliği içindeki niyetinde aramasıdır.

Örneğin bir insan büyük ve derin bir ateş çukurunun tepesinde, korunaksız bir tahta çıkıntı üzerinde duruyor olsa, -Allah'ın dilemesiyle- şuuru çok açık olur. Aşağıda ateş olduğunu unutması söz konusu olmaz. Her an üzerinde bulunduğu tahtadan aşağı düşebilme ihtimalinin olması, bu kişinin dikkatini maksimum seviyede açmasına yol açar. Ne kimsenin ona içerisinde bulunduğu bu durumu hatırlatmasına, ne de aynı tecrübeyi bir kez daha yaşamasına gerek olur. Kendisi zaten, tehlikeden korunmak, ateşin içine düşmemek için gereken herşeyi kendisi akledecek ve uygulayacak şuur açılığındadır.

İşte insan eğer bir konuda kendisini çok etkileyen bir tecrübe yaşadığı ve o anda çok samimi bir karar aldığı halde bu kararını uygulayamıyorsa, sorun, bu kişinin başka şeyleri o konudan daha önemli görmesindendir. Dikkatinin başka konulara gitmesi, kendisinin o konulara daha çok ilgi duymasındandır.

Dolayısıyla eğer bir insan bir hatayı sürekli olarak tekrarlıyorsa ve o hatanın oluşturduğu maddi manevi zarar ve tahribattan yeteri kadar etkilenmiyorsa; ya da başına gelen ibret verici olaylardan gereken dersi alamıyor, tekrar tekrar aynı olayların içine giriyorsa; bu durumda vicdanında bir hastalık olabileceğini göz önünde bulundurmalı ve vicdanını sağlamlaştırmaya yönelmelidir.

Ancak elbetteki unutmak insanın mühim bir aczidir. Bir insan -Allah'ın izni olmaksızın- bir şeyi unutmasına engel olamaz. Ama unutmamak için var gücüyle çaba harcayabilir. Unutmamak için akla gelebilecek maddi manevi her türlü tedbiri alabilir. “Ben aciz bir insanım, ne kadar tedbir alsam da mutlaka unuturum” dememeli, emek verdiğinde, umduğu sonucu ona yaratacak olanın Allah olduğunu bilmelidir. Tecrübelerinin etkisini ve aldığı kararların önemini unutmamak için, dikkatinin dağılmaması için ve gevşekliğe kapılmamak için tüm gücüyle mücadele etmelidir. Allah rızası için, tüm dikkatini güzel ahlakta yoğunlaştırmalıdır.

Tüm bu çabayı gösterdiği takdirde yine de unutursa, Allah insanı unutmasından sorumlu tutmayabilir. Ve unutmasına rağmen, Allah bu kişinin yolunu açabilir.

Kuran'da bu şekilde samimi olarak çaba harcayan müminlerin, ‘unuttuklarından ve yanıldıklarından sorumlu tutmaması için Rabbimiz'e şöyle dua ettikleri’ bildirilmiştir:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)

27 Temmuz 2010 Salı

Mümin, tartışma ya da öfkesini gösterme amacıyla değil, fayda vermek niyetiyle eleştiri yapar...


Müminlerin cahiliye insanlarından çok önemli bir farkı vardır. Cahiliye insanları birbirlerinde gördükleri kusurları, o kişiye duydukları öfkeden dolayı dile getirirler. Yoksa, karşı tarafın daha iyi olmasına yönelik bir amaçları yoktur. İstedikleri sadece, bu kişinin kendilerini rahatsız eden, kendi menfaatlerine zarar veren, hayat kalitelerini bozan özelliklerinden kurtulmalarıdır. Böylece kendileri de bu sıkıntılardan kurtularak daha iyi bir hayat yaşayabilmeyi umarlar.

Söz konusu kişilerin bu bakış açıları, karşı tarafa yaptıkları eleştirilerin içeriğinden de kolaylıkla anlaşılır. Konular, yalnızca eleştiriyi yapan kişi merkezlidir. Bu kişi, kendisiyle bağlantılı olmayan konularda, karşısındaki kişinin ne tür kusurları olduğuyla ilgilenmez. Ama kendisi söz konusuyla, en küçük bir detayı bile bir eleştiri malzemesi yapar.

Eleştiride kullanılan üslup ise, yine bu bakış açısını ortaya koyan bir başka önemli delildir. Bu kişiler, karşı tarafta kendilerine dokunan yanlış bir tavır gördüklerinde öfkeye kapılırlar. Ve içlerindeki bu kızgınlığı hiç düşünmeden ve hiç bekletmeden dışa vururlar. İşte cahiliye toplumlarında insanların birbirlerine ‘eleştiri yapmaları’ndan kasıt, çoğu zaman bu davranıştan ibarettir. Burada, o kişiye duyulan öfkeyi ifade etme, tartışma, kavga etme gibi nefsani isteklerin yerine getirilmesi dışında bir gaye yoktur.

Müminler ise eleştiriyi, kavga etmek, tartışmak, sorun çıkarmak, kızgınlıklarını deşarj etmek gibi amaçlarla yapmazlar. Müminin hedefi Allah'ın rızasıdır.Ve Allah Kuran'da Müslümanlara, ‘birbirlerine iyiliği emredip, birbirlerini kötülüklerden engellemelerini’ bildirmiştir.Dolayısıyla bir mümin, karşı tarafın bir hatası kendisini rahatsız ettiği için değil, onun daha iyi olması ve ona fayda vermesi için eleştiri yapar. Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşamasına, cennete layık olabilmesine ve cehenneme gitmesine yol açabilecek hatalardan sakınabilmesine vesile olabilmek için, eksik gördüğü yönlerini dile getirir.

Allah'ın Müslümanlara yüklediği bu sorumluluk, aynı zamanda müminler arasındaki dostluğu geliştiren, aralarındaki sıcaklığı, yakınlığı, güveni artıran çok değerli bir ahlak özelliğidir. İman eden her insanın bu bakış açısını alması çok önemlidir. Güvendiği, aklı başında, samimi bir mümin, bir kişiye bir tavsiyede bulunuyorsa; karşı tarafın o kişi hakkında hiç şüpheye kapılmaması; sözlerinin ardında hiçbir art niyet olmadığını bilmesi ve bundan dolayı da eleştiriden hiçbir rahatsızlık duymadan istifade edebilmesi gerekir. Cahiliye insanlarının ‘eleştiri yapmak’ ile kastettikleri gibi, bir müminin asla kavga çıkartmak, tartışmak, karşı tarafı rencide etmek, küçük düşürmek, aşağılamak, alay etmek, ona karşı büyüklük taslamak, huzursuzluk çıkartmak, öfkeyi deşarj etmek, intikam almak gibi amaçları olmayacağından kesin emin olmalıdır.

“Bu benim Müslüman kardeşim; eğer o bana bir tavsiyede bulunuyorsa, mutlaka samimi olarak bu konuda eksik olduğumu düşündüğü içindir. Tüm bu sözleri, benim daha iyi olmamı istediği, Kuran ahlakını yaşamamda bir eksiklik olmasını istemediği içindir. Bu kişi Allah'tan korkan, hesap gününe, ahirete, Kuran'a iman eden bir insan. Art niyetli olması, benim zararıma bir şey yapması -Allah'ın izniyle- mümkün değil. Bu nedenle içim çok rahat olsun. Eleştirildiğim için huzursuzluk duyacağım, şüpheleneceğim, tedirgin olacağım hiçbir şey yok. Allah beni Müslümanlarla destekliyor. Allah eksikliklerimi ve bunları nasıl telafi edeceğimi mümin kardeşlerim vesilesiyle bana duyurtuyor. Elhamdülillah, inşaAllah en iyi şekilde istifade etmeye çalışacağım.”diye düşünerek içerisinde bulunduğu bu durumdan sevinç duymalıdır.

Cahiliye toplumlarında, çocukluklarından itibaren insanlara gizli ya da açık bir dille verilen, “Eleştiri kötü bir şeydir.”, “Kimse eleştirilmek istemez.”, “Eleştiri, insanı çok olumsuz etkiler.”, “Eleştiri yapan insanlar eleştirdikleri kişiye mutlaka kızgın ve öfkelidirler.” gibi telkinlerin tamamı Kuran'a göre yanlıştır. Cahiliye toplumlarında bu kurallar geçerli olabilir, ama müminler bu bakış açısından tamamen uzaktırlar. Bir mümin, bu telkinleri ne kadar almış olursa olsun, Müslümanlar arasında bu kuralların asla geçerli olmayacağını bilmenin güveni ve rahatlığı içerisinde olmalıdır. Çünkü müminler dünyanın en güzel ahlaklı, en samimi, en güvenilir, en doğru sözlü ve en içi-dışı bir insanlarıdır. Bu nedenle Allah'tan korkan insanlardan gelen eleştiriler, bir Müslüman için çok büyük bir nimettir.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Mümin içinden gelen her hisse teslim olmaz...

Kimi insanlar içlerinden ne gelirse, hiç düşünmeden onu hemen uygulamaya geçirirler. Akıllarından ne geçerse hemen onu düşünmeden söylerler. Davranışlarının ya da konuşmalarının doğuracağı sonuçları hesaplamaya gerek duymazlar. Öfkelenirlerse, yatıştırmaya hiç gerek duymadan kızgınlıklarını dile getirirler. İçlerinde küskünlük hissediyorlarsa, bunu hemen açığa vururlar. Rahatsız oldukları bir durum oluştuğunda, buna bozulduklarını hemen karşı tarafa hissettirirler. Ağlama hissi gelirse ağlarlar. Hüzünlenme, ümitsizliğe kapılma ya da alınganlık telkinleri gelirse, hemen bu ruh hallerine geçerler.

İşte müminin bir farkı burada ortaya çıkar. Mümin her içinden geleni yapmaz. Çünkü ‘içinden gelen’ demek, ‘nefsin istekleri’ demektir. Mümin bunları önce Kuran ile değerlendirir ve eğer ancak Kuran ahlakına uygun bir tavırsa uygular. Zira mümin, kendini nefsinin kontrolüne bırakmış bir insan değildir. Nefsi onu değil, o nefsini yönetir.

Dolayısıyla iman eden bir insan, içinde öfke hissi duyduğunda öfkelenmez. Kıskançlık hissi gelince kıskanmaz. Darılma arzusu gelince küskünlüğe kapılmaz. Enaniyet hissi gelince, büyüklenen bir tavır göstermez. Gurur yapma isteği gelirse, gururuna yenik düşmez.

Eğer içinde bunlara benzer, nefse ait kötü bir duygu hissediyorsa, müminin yapacağı şey mutlaka ‘Allah'a sığınmak’tır. Allah'a sığınır, içinden gelen yanlış hisleri yener ve bunun yerine Kuran ahlakına göre uygulanması gereken davranışları uygular.

Bu, mümin ahlakındaki çok önemli bir üstünlüktür. Müslümanın nefsini bu şekilde kontrol edebilmesi ise, şüphesiz ki Allah'a karşı duyduğu içli sevgi ve derin korku vesilesiyle mümkün olur. Çünkü nefis, -akıl ve vicdan kullanılmadığı takdirde- insan üzerinde gerçekten etki sahibidir. Allah nefsi, -dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak- bu şekilde yaratmıştır. Allah korkusu olmayan, ahirete inanmayan insanların, nefisleriyle mücadele edebilecek, ondan gelecek telkinlere karşı koyabilecek ve onu yenebilecek güçleri yoktur. Nefislerinin tam kontrolüne girmişlerdir. Ve hayatlarının akışını, nefislerinin belirlemesine bırakmışlardır.

Müminler ise Hz. Yusuf (a.s.)’ın, "(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir." (Yusuf Suresi, 53) sözleriyle dile getirdiği gerçeğin tam olarak şuurundadırlar. Bir şeyin içlerinden geliyor olmasının, o hisse teslim olmak için bir mazeret olmadığını bilirler. Allah'ın kendilerini, akıl kullanmaktan, vicdana uymaktan, Kuran ahlakını yaşamaktan sorumlu tutacağını bilirler. Bu nedenle de nefis ne kadar zorlarsa zorlasın, içlerinden gelen nefsi isteklere boyun eğmezler.

Bir kısım insanlar da, içlerinden gelen yanlış hislerin yalnızca bazısına karşı koyabilecek güçleri olduğuna; ancak bazıları karşısında da aciz olduklarına inanırlar.Örneğin böyle bir kişi, nefsi nezaketsizlik telkini verse, bunu yenebileceğine inanır. Umursuzluk, tembellik, bencillik gibi hislere de karşı koyabilecek tüm gücü olduğundan emindir. Ama öfkesini yenemediğine inanır. Ya da hüzünlendiğinde, içinden ağlama hissi geldiğinde, bunu durdurabilmek için bir şey yapamadığı kanaatindedir. Bunun manevi değil, fiziksel bir şey olduğunu; bu isteklerin vücudunun bir tepkisi olduğunu, dolayısıyla karşı koyamadığını düşünür. Bu tarzda, nefsinde, müdahale edemediği daha onlarca açık nokta olduğu kanaatindedir. “Ne yapayım, ben böyleyim, sinirlerime hakim olamıyorum”, “ Her insanın bir kusuru olur, benimki de işte bu, beni böyle kabul edin” gibi sözlerle bu düşüncelerini çevresine de kabul ettirmeye çalışır.

Fakat elbetteki bu gibi insanların tüm bu inançları baştan sona yanlıştır. Allah Kuran'da insanın nefsine kötülüğü de öğrettiğini, ancak insana bu kötülükleri yenebilecek gücü de verdiğini bildirmiştir:

Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.(Şems Suresi, 7-10)

Dolayısıyla Kuran'da verilen bu bilginin aksi bir inanç içerisinde olan kimse yalnızca kendini kandırmaktadır. Gerçekten istediği takdirde, her insanın –Allah'ın dilemesiyle- nefsindeki her türlü kötülüğü, yanlışlığı, eksikliği yenebilecek bir gücü vardır. Nefsinden en şiddetle gelen ve kendisini en zorlayan telkinlerde bile, her insan için –Allah'tan korkup sakındığı takdirde- bir çıkış yolu vardır. Azmedip nefsi yenmek için çaba harcamak yerine, hemen nefse teslim olmak, ‘güç yetiremediğini’ düşünerek o eksiklikle yaşamayı kabullenmek çok büyük acizlik olur. Allah dünya hayatında insana, her şeyin doğru yolunu göstermiştir. Çözümü Kuran'da arayan her insan, bu doğru yolları kolaylıkla bulur ve hiç zorlanmadan uygulamaya geçirir.

Tüm bu bilgiler ışığında insanın şu gerçeği çok iyi kavraması gerekir: Her insan, hayatı boyunca nefsinden gelen binlerce telkinle karşılaşacaktır. İnsanın her gün, her saat, hayatını nefsinin bu onlarca isteğine göre yaşaması, onu çok tehlikeli bir çizgiye sürükler. Kişinin, içinden gelen her telkinde hemen nefsinin isteklerine kendini bırakması, insanı dünyada ve ahirette hüsrana sürükleyecek çok büyük bir hatadır. Allah nefsi, insanın, içindeki kötülüklerle mücadele etmesi için yaratmıştır. Bu nedenle insanın asla, “Bu benim huyum”, “Ben böyleyim”, “Çok mücadele ettim, başaramadım”, “Benim gücüm dahilinde değil bunlar”, “Elimden geleni yapıyorum ama nefsimdeki şu özelliği yenemiyorum” gibi çaresiz (Allah'ı tenzih ederiz) ve Kuran'da bildirilen gerçeklerle tamamen çelişen cahili üslupları hem aklından geçirmemesi hem de kullanmaması gerekir. Eğer nefsinde halen yenemediği bir kötülük varsa, mümin bunun çözümünün, ‘Allah'tan daha çok korkup sakınmasında’ ve ‘Kuran'a daha sıkı sarılmasında’ olduğunu bilmelidir. Samimiyetle bu ahlakı yaşadığında, Allah ona kötülüğü yenecek gücü lütfedecektir.

Kuran'da müminin bu konuda bilmesi gereken gerçekler şöyle bildirilmiştir:

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez... (Bakara Suresi, 286)

... Hiçbir nefse, gücünün kaldırabileceği dışında bir şey yüklemeyiz... (Enam Suresi, 152)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5-8)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Ölmeye hazır bir Müslümanın üslubu ve tavrı içerisinde olmak...


Ölmeye hazır bir Müslümanın üslubu ve tavrı içerisinde olmak...

Bugün, hayatınızın son gününü yaşadığınızı düşünün. Ya da son birkaç haftasını veya ayını...

Hızlıca bir aklınızdan geçirin, ‘Acaba nasıl bir insan olurdunuz?’...

Düşünceleriniz, davranışlarınız, üslubunuz, konuşmalarınız, kararlarınız nasıl olurdu?...

Şu an aklınızı meşgul eden hangi konular bir anda tüm önemini yitirirdi? Hangi konuları -hiç düşünmeksizin- bir anda aklınızdan atardınız?...

Ve asıl önemli olduğunu fark ettiğiniz hangi konular aklınızı tamamen kaplardı?...


Allah'a inanmayan ya da (Allah'ı tenzih ederiz) kalpleri şüpheyle dolu olan insanların büyük bölümü, ölümün yakınlığını hissettiklerinde düşüncelerinde büyük bir değişim oluşmaz. Yine tüm hayatları boyunca olduğu gibi, yalnızca dünya hayatındaki düzenlerini ve bu dünyada geride bırakacaklarını düşünürler. En büyük rahatsızlıkları, ölüme doğru ilerlerken çekecekleri fiziksel acı ve dünya hayatından kopmanın verdiği manevi azaptır.

İman edenlerde ise, bambaşka bir bakış açısı vardır. Bir mümin için yakın bir zamanda öleceği haberini almak, hayatını kökten değiştirir. Bir Müslüman iman ettiği andan itibaren ölüme ve ahirete yönelik bir hazırlık içerisindedir. Ölümün ve ahiretin yakınlığını hayatının her anında ve tüm gerçekliğiyle hissederek yaşar. Dolayısıyla bu anlamda büyük bir değişim yaşamaz. Ama Allah'tan çok korktuğu ve vicdanı çok açık olduğu için, böyle bir haber aldığında tüm hayatını, ahlakını, vicdanını, davranışlarını, düşüncelerini bir kez daha ve çok köklü şekilde gözden geçirir. Kendisini adeta ‘sıfır’ kabul eder ve her konuda kendisini olabilecek en iyi hale getirmeye çalışır. Elindeki tüm imkanlarla, geriye kalan son vaktini, tek bir saniyesini dahi boşa harcamadan hayır işleyerek geçirmeye çalışır. Ve tüm bunları yaparken yaşadığı çok önemli bir gerçek daha vardır: Hiç kimsenin ona doğruyu yanlışı göstermesine gerek yoktur. En güzel sözleri, en güzel davranışları, en doğru, en iyi, en mükemmel olan herşeyi kendisi bulur. Hem de hiç zorlanmadan ve uzun uzun düşünmeye ihtiyaç duymadan.

İşte Allah'tan korkan, Allah'a ve ahirete hiç şüphe etmeden inanan bir insanın normal hayatında yaşaması gereken ahlak da budur. Kendisine ölümcül bir hastalık haberi gelmeden, hayatının sadece sayılı çok az bir süresi kaldığına dair bir durum oluşmadan da, ölümün ve ahiretin yakınlığını aynı bu şekilde hissedebilecek bir imani derinlik içerisinde olmalıdır.

Aczini, aynı sanki birkaç saat sonra ölecekmiş gibi bilmeli, Allah'a olan muhtaçlığını çok derinden yaşamanın tevazusu ve mazlumluğu içerisinde olmalıdır. Ağzından çıkan her söz, ‘sözün en güzeli’ olmalı, her cümlesinde Kuran ahlakının tecellileri oluşmalıdır. Ölüme o kadar yakın olduğu bir anda, nasıl ki ‘boş bulunması’, ‘düşünememesi’, ‘unutması’ ya da ‘hata yapması’ olabilecek en düşük düzeye inerse; ‘dikkatsizlik yapması’, ‘umursuz olması’, ‘ağırdan alması’, ‘ertelemesi’, ‘geride kalması’, ‘sorumluluğu başkalarının üzerine bırakması’, ‘ilgisiz olması’, ‘boş şeylere dalması’ neredeyse hiç söz konusu olmazsa, işte gerçekten iman eden bir insanın hayatının her gününde aynı bu şekilde olması gerekir.

Ayrıca ölümün yakınlığını hisseden, öleceğini bilen bir insanın bir konuşma üslubu vardır. Bu insanın farkı, yüzlerce kişi arasında bile hemen seçilir. Sözleri doğrudan insanların kalbine hitap eden, alabildiğine samimi, alabildiğine içten ve doğaldır. Konuşmaları insanlara değil, kendinedir. Kimseye gösteriş yapmayı, kimsenin beğenisini kazanmayı hedeflemez. Doğrudan Allah'a yönelmiştir ve istediği de yalnızca Allah'ın rızasını, sevgisini kazanabilmektir. Sözlerinde gururdan, enaniyetten, büyüklük hissinden eser yoktur. Bir insanın aczini farkedebileceği en yüksek noktada aczini hissettiği hemen anlaşılır. Boş bir konuşmayla oyalanabilecek bir vakti olmadığının bilincindedir. Her sözünde Allah'a daha çok yakınlaşmayı amaçlar. Yanındaki insanların da Allah'ın büyüklüğünü daha çok hissedebilmelerine vesile olabilmek, onlara da ölümün ve ahiretin ne kadar gerçek ve yakın olduğunu hatırlatabilmek için tüm gücünü kullanır. Dünya hayatının geçici konularını, sıradan detaylarını tamamen unutmuş gibidir; Baki olanın yalnızca Yüce Rabbimiz olduğunu kesin olarak kavramanın verdiği coşkuyla tüm dikkatini Allah'a, Allah'ın rızasına, Allah'ın istediği ahlakı yaşamaya, sonsuz hayatını Allah'ın dost edindiği insanlardan olarak geçirebilmek için elinden geleni yapmaya vermiştir.

Böyle bir kişi, belki aylarca, yıllarca içinden çıkamadığı dünyevi konuları, bir anda ve üzerinde hiç düşünmeye bile gerek duymadan hemen halledip geçer. Çünkü bunların, kendisini bekleyen asıl hayatını kazanabilmesinin yanında, artık neredeyse hiçbir önemi kalmamıştır. Pek çok insanın hayatında büyük önem taşıyan, gün boyu zihinlerini büyük ölçüde meşgul eden birçok detay, bu durumdaki bir kişi için önemsizden de öte bir hal almış, neredeyse yok olmuştur. Saçının hangi model olması gerektiği, arabasının modeli, eve alacağı mobilyaların rengi, tatil programı, rekabet içerisinde olduğu insanlar, kızgınlık duyduğu kimseler, sahip olduğu kıyafetler, kişisel eşyalar ve daha pek çok detay o anda artık aklının ucundan bile geçmeyecek hale gelmiştir.

Geçen her saniye onun için önemlidir. Her saniye geriye doğru saymakta ve ölüme yaklaşmaktadır. Her geçen an, hayırdan yana çok daha az şey yapabilecek süresi kalmaktadır. Üzerinde, bu gerçeği olabilecek en derin şekilde hissetmenin verdiği olumlu anlamda bir telaş vardır. Daha çok ibadet yapabilmek, daha derin bir samimiyet elde edebilmek, Allah'tan daha çok korkabilmek, Allah'a daha içten dua edebilmek, en samimi kalple Allah'a tevbe edebilmek, ahlakını adeta Peygamber ahlakı gibi güzelleştirebilmek, Müslümanlara olan sevgisini, saygısını en mükemmel şekilde gösterebilmek, Allah'a, İslam'a, Müslümanlara en samimi hizmeti verebilmek için, hem manevi hem de fiziksel açıdan tüm gücünü kullanır. Zihninde, sözünde ve tavırlarındaki herşey, yalnızca hayırdan yanadır. Allah'ı düşünmeden, Allah'a sığınmadan, Allah'tan derin ve içli bir saygıyla korkmadan tek bir anı geçmez. Dünyadaki maddi herşey (-dini konular dışında-) onun için önemini yitirmiştir. Kalbinde yalnızca Allah vardır. Ve Allah'ın kendisinden istedikleri...

Ölüme bu kadar yaklaşmış bir insanın hayatı daha pek çok açıdan örneklendirilebilir ve detaylandırılabilir. Ancak burada ölçü alınabilecek olan şudur: Bu insanı gören herkes, ondaki iman derinliğini, iman coşkusunu ve Allah'a olan candan sevgisini ve yakınlığını hisseder. Olağanüstü bir şeyi fark etmiş, fark ettiği bu gerçeği çok iyi kavramış, çok derin şuur sahibi bir insanın cesareti, gözü karalığı, kararlılığı, coşkusu, şevki, samimiyeti ve derinliği içerisindedir.

İşte Allah'a inanan her insanın, kendisini, böyle bir insanı hayal ederek yeniden gözden geçirmesi gerekir. Çünkü aslında, tüm insanların durumu bu kişiden farksızdır. O kişiye sadece ölümüne dair bir bilgi verilmiştir. Ama ölüm her insan için, her an aynı yakınlıktadır. Son derece sağlıklı bir kimse, öleceği haberini alan bir insandan çok daha önce ölebilir. Ölüm de, ahiret de, cennet ve cehennem de o kişiye, alabildiğine yakındır. Bu nedenle insanın, ahlakını güzelleştirebilmek için mutlaka ölümünün yaklaştığı haberini almasını beklemesine gerek yoktur. Bu iman derinliğini, en sağlıklı, en genç, en çok imkan sahibi olduğu sırada da yaşamaya çalışmalıdır. Tüm üslubu, konuşmaları, davranışları bu derinlikte olmalıdır. Nasıl ki ölüm yaklaştığında, kimse ona tarif etmeden, öğretmeden ya da yol göstermeden de, doğru olanı bulabilecekse, kişi bu durum oluşmadan da aynı vicdan duyarlılığı içerisinde yaşamalıdır.

Allah'ın rızasına asıl uygun olan ahlak budur. Gerçek imanın, bir insanda oluşturması gereken ruh hali, iman derinliği ve vicdan açıklığı da budur. Bu nedenle Allah'ı çok seven, yalnızca Allah'ı razı etmeyi ve sonsuz hayatında Rabbimiz'in sevgisine kavuşmayı uman her insanın, ‘her an ölecekmiş gibi ölümün yakınlığını hisseden’ bir insanın ruh halinde yaşaması gerekir. Kuran'da, ölümle karşılaştıkları zaman şuurları açılan ve dünyaya geri dönüp salih amellerde bulunabilmek için Allah'tan izin isteyen kimselerin durumu haber verilmiştir. Bu kimselerin yaşadığı pişmanlık, henüz vakitleri varken, ellerindeki imkanlarını Allah'ın razı olacağı şekilde kullanmamaları dolayısıyladır. Bu pişmanlığı yaşamamanın yolu ise, insanın tüm hayatını, ölümün ve ahiretin gerçekliğini her an hissederek yaşamasıdır.


Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni geri çevirin."

"Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım." Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.(Müminun Suresi, 99-100)

22 Temmuz 2010 Perşembe

Son sözü söyleme hastalığı...

Çevrenizdeki insanları birkaç saat bile olsa kısaca bir gözlemleyecek olursanız, insanların büyük çoğunluğuna hakim olan önemli bir özelliği farkedersiniz: ‘Son sözü söyleme hastalığı’...

İnsanlardaki bu hastalığı görebilmek için, mutlaka çok önemli konulardan konuşuluyor olması gerekmez; bu kimi zaman dile getirilen bir hatıra, kimi zaman bir yemek tarifi, kimi zaman seyredilen bir televizyon pragramı, kimi zaman yaşanan günlük bir olay kimi zaman da okunan bir gazete haberi dahi, insanlardaki bu hastalığı ortaya çıkarabilir. Elbetteki bu kadar sıradan günlük konuşmalarda bile bu tavrı gösteren bir kimse, çok daha önemli ve hayati konular söz konusu olduğunda da, son sözü kendisinden başka hiç kimseye bırakmaz.

Çoğu insan kendindeki bu alışkanlığı, ‘kişilikli olmak’, ‘katılımcı olmak’, ‘akıl kullanmak’ ya da ‘şahsiyetini ortaya koymak’ gibi düşüncelerle tanımlıyor olabilir. Ama nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, son sözü söyleme alışkanlığı, çok önemli bir eksikliktir.

Ayrıca bir insan gerçekten çok akıllı olabilir. Herkesten daha tecrübeli, daha ileri görüşlü, daha detaylı düşünebilen bir kimse olabilir. Ancak tüm bu şartlar biraraya geldiğinde bile, insanın yalnızca kendi aklına güvenmesi, kendi dediğinde ısrarcı olması ve kimsenin düşüncesine itibar etmemesi pek çok açıdan hatalıdır.

Öncelikle, bir insanın her ne olursa olsun son sözü söylemeden rahat edememesinin altında yatan duygu, ‘enaniyet’ yani ‘büyüklük hissi’dir. Nefislerindeki, ‘herkesten daha büyük olma isteği’, bu kimselerin, çevrelerindeki insanlar üzerinde yalnızca kendilerinin söz sahibi olmaya çalışmalarına neden olur. Yalnızca kendi dedikleri yapılsın, her olay kendi yöntemlerine göre halledilsin, herkes bu kişinin doğru ve yanlışlarına tabi olsun, herkesin en saygı duyduğu, en çok itibar ettiği kişi kendileri olsun isterler. Aksini yapan biri olduğunda ise, enaniyet hissine kapılan kimseler, bu kişinin tavırlarından son derece rahatsız olurlar. Kendileri gibi, yine son sözü söyleme hastalığına tutulmuş bir başka kişiyle karşılaştıklarında ise, bu kimseyle ciddi bir çatışma ve üstün gelme yarışı içerisine girerler.

Bir konuda üstünlük sağlayabilmek, haklı çıkabilmek, kendi fikirlerini kabul ettirebilmek ve son sözü söyleyen kişi olabilmek için, güzel ahlaka uygun olmayan pek çok tavrı uygulamayı da göze alırlar. Kimi zaman ters tavırlar göstererek, sert üsluplar kullanarak, söz keserek, başkalarının sözünün üstüne konuşarak, kırıcı ve iğneleyici sözler söyleyerek, güzel bir sohbeti tartışma ortamına dönüştürerek, her ne olursa olsun bu kötü alışkanlıklarını sürdürürler.

Oysa ki güzel ahlakın gereği, insanın haklı çıkmasındansa, öncelikle beraberindeki Müslüman kardeşlerine sevgiyle, saygıyla, tevazuyla, hoşgörüyle yaklaşması; en doğrusunu kendisi bilse dahi, bir konuyu mutlaka onların gönüllerini alarak, sevecenlikle, onları onore ederek halletmesidir. İnsanın doğru olan bir şeyi uygulamasının pek çok güzel yolu vardır. İnsanın, tüm bu güzel ahlak özelliklerine önem vermeden, sadece doğru bildiğini söyleyip geçmesi ise, Kuran ahlakına uygun değildir.

Dahası, bir insanın her zaman, her konuda, mutlak olarak en doğru olanı bilen olması çok zordur. Her insanın çevresindeki insanlardan öğreneceği, istifade edeceği, fikir danışacağı, örnek alacağı pek çok konu vardır. Bazen bir kişinin hiç düşünemediği bir detay, hiç beklenmeyen bir kimsenin aklına gelebilir. Allah, herkese bir konunun farklı yönlerini gösterip her birine farklı yöntemlerle düşünmelerini ilham edebilir.

Dolayısıyla, insanın kendinden başka söz sahibi kabul etmemesi, kendinden başkasının sözünü dinlememesi ve her zaman konuları sonuçlandıranın yalnızca kendisinin olmasını istemesi, hiçbir açıdan makul karşılanabilir bir ahlak değildir.

Allah Kuran'da, ‘ilmini dilediği kimseye verebileceğini’ ve ‘her bilenden daha iyi bir bilen olduğunu’ bildirmiştir:

... Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.(Yusuf Suresi, 76)

Kuran ahlakının gereği, bir Müslümanın, dünyanın en akıllı insanı bile olsa, yine de mümin kardeşlerine karşı tevazu sahibi olmasıdır. Mümin, en iyi bildiği bir konuda bile, bu ahlakın bir gereği olarak son sözü başkalarına bırakmalı, herkesin fikirlerine saygı duymalı, nezaketle ve gönül alarak hareket etmelidir.

İnsan kendinden ne kadar emin olursa olsun, son sözü söylemediğinde, o konuda bir eksiklik olmayacağını bilmelidir. Eğer bir mümin Allah'ın rızasına uyarak güzel ahlak gösteriyorsa, Allah'ın onu her zaman en doğru olana yönelteceğinden ve ona en doğru olanı yaptıracağından emin olmalı ve asla şüpheye düşmemelidir.

Allah Kuran'da müminlere bu gerçeği şöyle bildirmiştir:

İnkar edenler: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!" derler. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi'ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir."(Rad Suresi, 27)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Akıl kullanmak bir ayrıcalıktır

Bazı insanlar, çoğunluğa göre çok daha dikkat çekici şekilde üstün özelliklere sahiptirler. Görenler bu kimselere karşı içlerinde derin bir saygı ve hayranlık duyarlar. Ancak bu hayranlıklarının neden kaynaklandığı üzerinde pek düşünmezler. Dışarıdan bakan kimi insanlar da, bu kişinin doğal olarak böyle üstün vasıflara sahip olduğunu sanırlar. Kişiliğinin ya da fıtratının bu şekilde olduğunu, bu nedenle de hiç zorlanmadan böyle bir beğeni kazandıklarını düşünürler. Oysa ki hayranlıkla izlenen bu kişinin en önemli vasıflarından biri ‘akıl kullanması’dır. Sahip olduğu üstünlükler, bu akıl kullanmanın sonucunda ortaya çıkmaktadır.

İnsanların bir kısmı, bir insanın ahlakındaki bu güzelliklerden istifade etmek söz konusu olduğunda memnuniyetle bunu kabul eder. Ama aynı güzelliklerin kendilerinde de oluşması için akıl kullanmaya yanaşmazlar. Bunu çok zahmetli bir çaba olarak görür, bunun yerine ‘akıl kullanan kimseleri taklit etmeyi’ tercih ederler. Kuran'da bu kimselerin durumu, “… Onların çoğu akıl erdirmez.” (Maide Suresi, 103) ayetiyle haber verilmiştir.

Ancak akıl kullanmayıp sadece aklı taklit etmek, ne kişilerin kendileri açısından istedikleri sonucu verir, ne de çevrelerindeki insanlar üzerinde bir beğeni oluşturur. Hazıra konan, ezberci, akıl kullanmaya dayalı olmayan bu model, tam tersine, çoğu zaman insanları olumsuz yönde etkiler. Aklını kullanmadan, sadece aktarıcı konumdaki bir insanın sözleri, çevrede istenen ilgiyi oluşturmaz. Hatta adeta bir hipnoz etkisi yaparak, dinleyenlerin, çok ilgi çekici bir konuda dahi beyinlerinin uyuşmasına ve dikkatlerinin dağılmasına neden olur. Aynı şekilde taklidi olarak yapılan tavırlar da, karşı tarafta rahatsızlık meydana getirir. Bu tavırların, akıl kullanılarak, en uygun, en gerekli ve en isabetli şekilde, en yerinde, çevrede oluşturacağı etkinin en iyi şekilde hesaplanarak, en yeterli miktarda uygulanmamış olması ile, akıl kullanan bir kişinin tavırları arasında büyük bir tezat oluşur.

Akıl kullanmayıp böyle bir stili benimseyen insanların dikkate almadıkları asıl konu ise, akıl kullanmanın bir insan için çok büyük bir nimet, ayrıcalık ve konfor olmasıdır. Akıl kullanmak aynı zamanda çok zevklidir de. Bir insan akıl kullandıkça, hayatının her alanında olabilecek en güzel hayat şeklini elde etmiş olur. Dünyadaki tüm nimetlerden olabilecek en fazla zevki alabilecek bir anlayış kazanır. Herşeyi olabilecek en kısa zamanda çözüme kavuşturur. Ahlakını ve kişiliğini olabilecek en mükemmel hale getirir. Her özelliğiyle çevresinde mutlak bir beğeni ve hayranlık oluşturur. Her sözü alışılmadık, orjinal, ülfet kırıcı, etkili, hikmetli ve insanlara olabilecek en fazla faydayı sağlayacak şekildedir. Tavırlarında ve konuşmalarında rahatsız edici hiçbir detaya rastlanmaz. Her sözünün çevresine yapacağı etkiyi ve bunların risklerini en iyi şekilde hesaplayarak konuşur. Herkesin sevgisini, saygısını, yakınlığını, dostluğunu, güvenini kazanır. Kendisi de sevgiyi, saygıyı, dostluğu en mükemmel şekilde yaşayabilecek bir derinlik elde eder.

Elbetteki isteyen her insanın akıl kullanabilmesi söz konusu değildir. Akıl, ancak iman ile ortaya çıkar. Bir insan Allah'ı ne kadar çok seviyorsa, Allah'tan ne kadar çok korkuyorsa, Allah'ın buyruklarını dünyadaki herşeyden ne kadar üstte tutuyorsa, Allah ona o oranda akıl, samimiyet ve şuur açıklığı verir.

Bu nedenle, özellikle de bu imani gerçeği bilen insanların aklı taklit etmek yerine, gerçekten akıl kullanan bir insan olmaya çok özenmeleri ve bu yönde ciddi bir çaba içinde olmaları gerekir. Bunun bir insan için dünya hayatında olabilecek en büyük nimetlerden biri olduğunun anlaşılması çok önemlidir. Akıl kullanan bir insan ile akıl kullanmayıp sadece taklitçi ve aktarıcı konumunda olan bir insanın hayatı arasında çok büyük farklılıklar vardır. Ancak, aklını açmayan bir insan, içerisinde bulunduğu bu durum dolayısıyla aslında nasıl büyük bir kayıp içerisinde olduğunun farkında değildir. Ancak akıllı bir insan bu kişilerin kaybını fark edebilecek bir şuur açıklığı içerisindedir.

Bu nedenle her insanın, kendisi için, aklını az kullanıyor olabileceği ihtimalini düşünmesi ve bu ihtimale göre aklını çok daha iyi kullanmaya çalışması gerekir. İnsan Allah'a karşı dürüst ve samimi olursa, Allah ona her an her olayda ne yapması gerektiğini; en akılcı sözleri, en akılcı davranışları ilham eder. Kim Allah'a karşı çok samimi olursa, Allah onu çok akıllı kılar. Allah Kuran'da bu gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:


Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir.(Enfal Suresi, 29)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Sabretmek büyük bir erdemdir. İnsan, herşey hemen olup bitsin, hemen sonuçlansın ister. Oysa ki, Allah bazı nimetleri yalnızca sabretmenin ardında gizlenmiştir.

İnsan iradesini, aklını, vicdanını kullanmadığı takdirde çok sabırsız olmaya yatkındır. Herşey hemen olsun, her konu hemen sonuçlansın ister. Biraz çaba harcadığında, istediği şeyi kolaylıkla elde edebilsin, bir sorunu hemen çözebilsin, bir zorluğun üstesinden hemen gelebilsin, sıkıntılar hemen gelip geçsin ister. Ama dünya hayatındaki imtihanın bir gereği olarak, bazen herşey o kadar çabuk, kısa sürede halledilemez. Bazen insanın bir konuda aylarca hatta yıllarca emek vermesi, çok uzun bir süreç boyunca sabır göstermesi gerekebilir. Bu nedenle insanın, bu sürecin hiçbir noktasında, “Olmuyor”, “Demek ki yanlış yoldayım”, “Benim bu yaptıklarım hiçbir işe yaramıyor”, “Bu yönde çaba harcamaktan vazgeçeyim, bundan birşey çıkmaz” gibi yanlış düşüncelere kapılmaması gerekir.

Çünkü insanların çoğu sabırlı değildir. Ve Allah insanı bu konuda dener. İnsanlardan yalnızca Allah'ı çok sevenler, Allah'ın rızasını isteyenler ve Allah'ın rızası için bir konuda çaba harcayanlar gerçek anlamıyla sabredebilir. Diğerleri bir gün, iki gün, bir hafta, birkaç ay sabredebilirken, iman eden bir insan, Allah için, gerekirse hayatının sonuna kadar en zor, en ağır koşullar altında dahi sabır gösterebilir. İşte Allah'ın insanı denemesindeki hikmetlerden biri de budur: Allah'ı seven ve Allah'a gönülden iman eden insanların ortaya çıkması...

Bu nedenle zaman ne kadar uzarsa uzasın insanın, yaptığı iyi bir şeyde sebat göstermekten, güzel bir şey için sabretmekten bıkmaması, çabasından şüpheye kapılmaması ve vazgeçmemesi gerekir. Allah kimi zaman, bir insana dünyada ya da ahirette vereceği çok büyük nimetleri bu sabrın ardına gizler. İnsan emek verdiği, sabırla çaba harcamaya, Allah'tan istemeye, umut etmeye devam ettiği süreç içerisinde, bu dönemin ardından kendisini nelerin beklediğini bilmez. Böyle bir kişinin amacı, yalnızca Kuran ahlakının gereğini yaşayarak Allah'ın rızasını kazanmaktır. Asıl ve öncelikli hedefi kendisine nimet ulaşması değildir. Ama Allah sonsuz lütuf, merhamet ve rahmet sahibi olduğundan müminleri mükafatlandırır. Kişi, aylarca, yıllarca Kuran ahlakına uygun davranıp sabır gösterdiği bir dönemin ardından, hiç ummadığı kadar büyük nimetlerle karşılaşabilir. Allah Kuran'da bu lütfunu insanlara şöyle bildirmiştir:


... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır.Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)


İnsan, zorluk, sıkıntı, nimet kaybı, yokluk ya da darlık içerisinde olduğu veya bir konuda çok çaba harcadığı bir dönemde, sabretmesi gereken zaman süreci uzadığında ya da beklediği sonuca ulaşamadığında, bunun bir deneme olduğunu asla unutmamalıdır. Eğer böyle bir durumda, bir an için bile olsa Allah'ın lütfundan yana ümitsizliğe ya da şüpheye kapılırsa, o dönemin ardından Allah kendisine lütufta bulunduğunda, onu hiç ummadığı bir yönden nimete kavuşturduğunda, sadece bir anlık bile olsa, göstermiş olduğu tavırdan dolayı Allah'a karşı çok utanacağını düşünmelidir.

Bu nedenle insan böyle bir zaafa düşmeden kendini bu yönde tam olarak ikna etmeli, Allah'a kayıtsız şartsız bir güvenle teslim olmalıdır. Allah, hayatının sonuna kadar, gösterdiği sabrın karşılığını o kişiye dünyada vermese dahi, yine de bir an bile olsa, yanlış düşüncelere kapılmamalıdır. Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğunu, samimi bir insanın verdiği emeğe eksiksiz karşılık vereceğini bilmenin huzuru, sevinci ve tevekkülü içerisinde olmalıdır. Bir gün, iki gün, birkaç hafta ya da birkaç ay sabredip sonra kuşkuya kapılan insanların düştüğü hataya düşmemelidir. Allah'ın insanı, sabredip sabredemeyeceğini ortaya çıkarmak için özel olarak denediğini bilmeli ve bunu bir fırsat olarak görüp Allah'a olan sevgisini, güvenini ve teslimiyetini göstermelidir.

Kuran'da sabırda kararlılık gösterebilen kimselerin ahlakı şöyle övülmüştür:


Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefa gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttaki olanlar da bunlardır.(Bakara Suresi, 177)