30 Ağustos 2010 Pazartesi

Konuşulan konuları uzatma alışkanlığından kurtulmak, insan için büyük bir zaman kazancıdır...

İnsanlar arasında yaygın olan özelliklerden biri de‘gereksiz yere uzatılan ve hikmetsiz olarak yapılan konuşmalar’dır.

Bazı insanlar gün boyunca karşılaştıkları hemen her konu hakkında, -belirli bir amaç olmaksızın- detaylı analizler yapmaktan, her konu üzerinde uzun uzun konuşmaktan çok hoşlanırlar. İsteseler birkaç cümlede halledebilecekleri bir konuyu, özellikle uzatıp saatlerce irdelemeyi severler.

Bu, özellikle cahiliye insanlarında sıklıkla görülen bir alışkanlıktır. Ancak cahiliye insanlarının dünya hayatına, ölüme, ahirete bakış açıları düşünülecek olunursa, onlar bu alışkanlığı herhangi bir açıdan zararlı bulmazlar. Maddi çıkar elde etmek, itibar, makam ve mevki kazanmak gibi dünyevi idealleri dışında, gerçekten asil ve değerli bir hedefleri yoktur. Bu yüzden de, hayatlarının birçok kısmında oyalanmayı, ya da kendi kullandıkları deyim ile ‘vakit öldürmeyi’ mahsurlu görmezler. Dolayısıyla, aynı boşluğun konuşmalarında da olması onları rahatsız etmez. Bu kişilerin aradığı zaten sadece bir şekilde ‘vakit geçirmek’tir.

Müminlerin hayatında ise durum çok farklıdır. İman eden bir insanın hayatının her anında yapacağı çok fazla şey vardır. Mümin,
‘çok yüksek ideallere sahip insan’ demektir. Müslüman, dünyada kendisine verilen sınırlı süre içerisine, olabilecek en fazla hayırlı söz, davranış ve faaliyeti sığdırmaya çalışır. Uyku, yemek, beden temizliği gibi zaruri ihtiyaçlarına, olabilecek en akılcı ve en az vakti ayırarak, hayatının geri kalan tüm bölümünü Allah'ın rızasını kazanabileceği çalışmalara ayırır.

Dolayısıyla müminin boş vakti yoktur. Allah Kuran'da, müminin bu konudaki bakış açısının nasıl olması gerektiğini şöyle bildirmiştir:

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. (İnşirah Suresi, 7)

Bu nedenle Müslüman bir konudan bahsederken, konuyu olabilecek en özlü, en kısa ve en hikmetli şekilde halletmeye çalışır. O konu çözüme kavuşturulduktan sonra ise, sırf vakit geçirmek için gereksiz detaylarla, amacı olmayan yorumlarla ya da tekrarlarla konuyu uzatmaz.

Kimi cahiliye insanları, içlerindeki
‘amaçsızca vakit geçirme’ arzusundan dolayı, açılan her konu hakkında, öğrendikleri takdirde kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak detayları soruştururlar. Sadece neticesi önemli olan ve çoktan olmuş bitmiş bir olayın nasıl olup bittiğini, karşı tarafa neredeyse saniye saniye anlattırırlar. Yine, daha önce defalarca dinledikleri bir konuyu da, sanki ilk kez öğreniyormuşçasına bu kişiye tekrar tekrar anlattırırlar. Karşılarındaki kişilerde, aynı amaçsızlıkla, aynı olayları tüm ayrıntılarıyla yeniden anlatmakta bir sakınca görmezler. Bazen gazetede okudukları ya da televizyonda seyrettikleri bir olayı, konu hakkında hiçbir bilgileri olmamasına ve kendilerini hiç ilgilendirmemesine rağmen, “Ya şöyle olursa, ya böyle olursa? Öyle olursa ne olur, böyle olursa ne olur?” gibi saatlerce tartışırlar. Kendileriyle hiç alakası olmayan bir güncel haberi tamamen sahiplenir ve o konuyla adeta bütünleşerek, her gittikleri yerde, her gördükleri kişiyle o haberi konuşurlar.

Kendilerine sorulan bir soru olduğunda, doğrudan sorunun cevabını vermek yerine, önce çeşitli giriş konuşmaları yapar, yan konulardan bahsederler. O sonuç oluşana kadar hengi aşamalar yaşandı, bunları da anlattıktan sonra, nihayet karşı tarafın beklediği bilgileri verirler. Yaşadıkları önemli bir olayı birbirlerine aktarırken, doğrudan konuyu önemli hatlarıyla özetlemek yerine, cümle cümle o sırada geçen karşılıklı konuşmaları tek tek sayarlar.

Bu tarz boş konuşmaların yanı sıra, elbette bu kimselerin, gerçekten kendileri için önemli olan ve üzerinde çeşitli açılardan konuşulması gereken konuları da vardır tabi ki. Ancak büyük bir ideal peşinde koşmamaları ve konuları gereksiz yere uzatma alışkanlıklarından dolayı, önemli konularda da, hedeften uzaklaşarak yine boş konuşmalara dalarlar.

Allah'a, ahirete, hesap gününe iman eden bir insanın bu konudaki tavrı ise, elbetteki bundan çok farklıdır. Ancak bu alışkanlığın toplumun hemen her kesiminde çok yaygın olması ve nefsin de, insanı boş işlere sürüklemeye çabalaması sebebiyle, müminin de bu konuda dikkatini tam olarak açması gerekir.

İnsan bazen yanılarak, bir konunun tüm detaylarının gerçekten çok önemli olduğunu ve bunların karşı tarafa mutlaka anlatılması gerektiğini sanabilir. Ya da farkına varmadan, bir sohbet ortamı içerisinde konuları gereksiz yere uzatabilir. İnsan nefsi ve şeytan, kişiyi özellikle konunun özünden uzaklaştırıp detaylarda boğmak isteyebilir. Konuşmanın, amacından uzaklaşması, vaktini boşa geçirmesi için kişinin dikkatini dağıtabilir. Hayırlı bir amaç için konuşulan bir konuyu, amacından saptırıp dedikodu ortamı oluşturmak isteyebilir.

İşte müminin şeytandan ya da nefsinden gelebilecek bu tür yönlendirmelere karşı da çok dikkatli olması gerekir. İman eden bir insan için, hem kendinin hem de karşısındaki kişinin vakti son derece önemli ve kıymetlidir. Bir konuda gereksiz yere eklenecek tek bir hikmetsiz cümle bile, müminin bu kıymetli vaktini alabilir. Bu vakitte Müslüman, bu boş konuşma yerine, aklını, vicdanını çok hayırlı bir düşünceye, söze ya da tavra kanalize edebilir.

Bu nedenle Müslümanların da, hem kendileri, hem de diğer mümin kardeşleri açısından, konuları gereksiz yere uzatmamaları, hikmetsiz ve amaçsız tekrarlarla vakit kaybetmemeleri, boş sözlere dalmamaları son derece önemlidir. Her konuyu olabilecek en kısa, en özlü ve en akılcı şekilde halledip geçmek, önemli bir akıl alametidir. İşte mümin de bu yüksek akla ve vicdana sahip olan insandır.

Her davranış, her düşünce gibi her söz de hesap gününde insanın önüne çıkartılmak üzere saklanmaktadır. Sarf edilen her faydalı ve hikmetli söz, insanı ahirette kazançlı çıkaracak, Allah'ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmasına vesile olacaktır.

Allah Kuran'da müminin bu konuda göstermesi gereken ahlakı şöyle bildirmiştir:

"Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz" derler." (Kasas Suresi, 55)

"Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar,
boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72)

26 Ağustos 2010 Perşembe

Şeytan, insanın en tehlikeli düşmanıdır. Ancak şeytanı etkisiz hale getirmek de mümin için çok kolaydır.

Bir insana, “Bir yerlerde sana çok büyük düşmanlık besleyen biri var. Sana, olabilecek en büyük zararı verebilmek için yapmayacağı şey yok. Her türlü, hile, yalan, oyun ve sahtekarlıkta usta biri. Ve sana istediği zararı verene kadar da peşini bırakmayacak” dense, tepkisi nasıl olur? Sadece, “Tamam” deyip konuyla ilgilenmemesi ve o düşmanına karşı hiçbir tedbir almadan hayatına devam etmesi söz konusu olur mu?

Elbetteki bu sorunun yanıtı, “Hayır”dır. Her insan, böyle bir düşmandan haberdar olur olmaz, bu konuya büyük bir dikkat verir. Düşmanından gelecek muhtemel zararı önleyecek tedbirleri almadan ve tehlikeyi etkisiz hale getirmeden, bu konuyu hiçbir şekilde aklından çıkarmaz.

Ancak insanın, kendisine büyük düşmanlık besleyen insanlardan çok daha tehlikeli ve gözü dönmüş bir düşmanı daha vardır. Bu düşman, ‘şeytan’dır. Ve insanın, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük ve en kararlı düşmanıdır. İnsanlardan oluşan yüzlerce düşmanla dahi kıyaslanamayacak kadar tehlikeli bir varlıktır. Öyleyse insanın, herhangi bir düşmanına karşı dahi tedbir alırken, şeytanın düşmanlığına karşı ilgisiz ve umursuz bir tavır içerisinde olması elbetteki çok büyük bir hata olacaktır.

Çünkü şeytanın insan için hedeflediği bir ‘son’ vardır. Bu son, kişinin ‘sonsuz cehenneme girmesi’dir. İşte şeytanın, bu sonucu elde edene kadar insanın peşini bırakması mümkün değildir. Bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği kesin bir adetullahtır:

Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 168)


Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin.O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmağa çağırır. (Fatır Suresi, 6)


Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Nisa Suresi, 119)

Allah Kuran'da, ‘insanı düşman edinen’ şeytana karşılık,insana da ‘şeytanı düşman edinmesini’ bildirmiştir. O halde insanın Allah'ın bu emrine uyarak, -Allah rızası için- şeytanı etkisiz hale getirmeyi kendisi için öncelikli bir hedef haline getirmesi gerekir.

Şeytan, insan için büyük bir düşmandır. Ancak Allah, insanın şeytanın şerrinden kurtulmasını da çok kolay kılmıştır. Bunun için Kuran'da insana yol gösterecek birçok sır bildirilmiştir. Bu sırlardan bir kısmı şöyledir:

  • Şeytan Allah'ın izni olmadıkça hiçbir şey yapmaya güç yetiremeyen aciz bir varlıktır. (Mücadele Suresi, 10)
  • Şeytanın hilesi çok zayıftır. (Nisa Suresi, 76)
  • Şeytanın etkisi ancak, ‘Allah'a ortak koşanlar’ ile ‘şeytanı veli edinenler’üzerindedir. (Nahl Suresi, 100)
  • Şeytanın insanlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur. (İbrahim Suresi, 22) (Sebe Suresi, 20-21)
  • Şeytanın, iman edenler ve Allah'a tevekkül edenler üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)
  • Samimiyetle Allah'a ve Kuran'a sığınmak, şeytanın vesveselerini etkisiz hale getirir. (Araf Suresi, 200-201) (Fussilet Suresi, 36)

İnsanın, sadece Allah'ın Kuran'da bildirdiği bu sırları bilmesi dahi, -Allah'ın izniyle- en büyük düşmanı olan şeytanı hızla ve kesin olarak etkisiz hale getirmesi için yeterlidir.

- İnsan eğer Allah'tan başka bir güç olmadığını; şeytanın da, insanların da güçsüz olduğunu unutmadan yaşarsa, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmazsa, şeytan ona her nereden yaklaşırsa yaklaşsın hiçbir sonuç alamayacak, kişiye hiçbir zarar veremeyecektir.

- İnsan eğer, -her ne şartlar altında olursa olsun- Allah'a tevekkülde kararlı olursa; Allah'ın herşeyi bir kader üzerine, hayır ve hikmetlerle yarattığını ve insanların ancak Allah'ın kaderde dilediği şekilde hareket edebildiklerini unutmazsa, şeytan ona hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

- İnsan eğer, şeytandan bir vesvese geldiğinde, Allah'a sığınır ve Kuran ayetleriyle düşünürse, -Allah'ın izniyle- o vesvese ortadan kalkacak ve şeytan o kişiye hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

- İnsan eğer, şeytanın hiçbir gücü olmayan, -yalnızca Allah'ın emrini yerine getiren- çok aciz bir varlık olduğunu unutmazsa, şeytanı müstakil bir güç olarak görmezse ve Allah'tan yana tavır koyarsa, şeytan o kişiye karşı tüm gücünü kaybedecektir.

- İnsan eğer, şeytanın hileli düzenlerini, ters-yüz ettiği gerçekleri, söylediği yalanları, oynadığı oyunları, verdiği vesveseleri Kuran ayetleriyle değerlendirirse, bunların tamamının çok çürük ve zayıf tuzaklar olduğunu hemen görecek ve şeytan ona yine hiçbir şekilde etki edemeyecektir.

İşte insan şeytana karşı bu imani şuur ile hereket ettiğinde, Allah'ın izniyle, hayatının sonuna kadar, şeytanın aleyhteki çabaları sonuçsuz kalacaktır.

İnsanın şeytana olan bakış açısı, asla bu gerçeklerin dışında bir mantık içermemelidir. Mümin asla şeytanı güçlü görmemeli, onu etkisiz hale getirmeyi zor sanmamalıdır. Allah'ın şeytanı, ancak inkar edenler için bir saptırıcı olarak yarattığını; ‘Allah'ı seven, Allah'ın beğendiği ahlakı yaşayan gerçek müminler üzerinde ise şeytanın hiçbir gücü olmadığını’ asla unutmamalıdır.

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. (Nahl Suresi, 99)

24 Ağustos 2010 Salı

İnsanın hayatındaki ani değişiklikler, sürpriz gelişmeler, beklenmedik iniş çıkışlar, insan için özel yaratılan büyük güzelliklerdir.


Kimi insanlar çok sakin ve düzenli bir hayatları olsun isterler. Ani ve sürpriz gelişmelerle karşılaşmadan, büyük iniş çıkışlar yaşamadan, hayatlarının sonuna kadar alıştıkları gibi bir yaşam sürmeyi hayal ederler.

Söz konusu kişilerin bu tercihlerinin sebebi ise, elbetteki kendileri için en iyi olanın bu olduğunu zannetmelerindendir. Hayatları ne kadar tekdüze ve ne kadar sakin olursa, alıştıkları düzen ne kadar az bozulursa, o kadar mutlu olacaklarını sanırlar.

Oysa ki bu her zaman için insana fayda getirecek bir istek değildir. Bazen insanın hayatındaki düzgünlükler, yaşam tarzındaki sabitlikler, kişiye umduğu faydayı sağlamaz. Tam tersine, bu kimse için asıl kazançlı olan, hayatındaki ani gelişmeler, sürpriz olaylar, büyük inişler ve çıkışlar olur.

İnsan sınırlı bir akla sahip olduğu için, kendisine asıl fayda sağlayacak olan şeyin gerçekte ne olduğunu bilemez. Ama Allah sonsuz akıl sahibidir. Ve Allah, dünya hayatındaki iniş çıkışları, kimi zaman zorluk, sıkıntı, yokluk veya hastalık gibi eksiklikleri, kimi zaman da nimet artışlarını büyük hikmetlerle yaratmaktadır.

İnsan ruhu, sakinliği, alıştığı gibi yaşamayı, büyük sürprizlerle karşılaşmadan, beklentileri doğrultusunda yaşamayı sever. Elbette bu şartların insana sağladığı belirli bir konfor, huzur ve rahatlık vardır. Ancak sakinliğin, durağanlığın, tekdüzeliğin ve rutin bir hayat tarzı içerisinde yaşamanın zararları da vardır.

İnsanın alışkanlıklarının dışına çıkmadan yaşamak istemesinin altındaki en önemli sebeplerden biri, bu durumda kişinin zekasını, aklını, vicdanını, iradesini olabilecek en minimum düzeyde kullanma ihtiyacı oluşmasıdır. Böyle bir yaşam tarzında insan, kafa kullanmadan, risk almadan, deneyip yanılmadan, ezberlediği ve defalarca test edip onayladığı kurallar içerisinde, en az hata yapacak şekilde yaşama imkanı elde etmiş olur.

İnsanın hayatında meydana gelen ani değişiklikler, sürpriz gelişmeler, beklenmedik düşüşler ya da çıkışlar ise, insanın aklını maksimum derecede kullanmasını gerektiren durumlardır. Hızlı ve seri şekilde kafa kullanmak, ani ve akılcı kararlar almak, şartların değişmesi için gereken tedbirleri bulup uygulamak, risk alıp cesur ve kararlı davranmak, hayati girişimlerde bulunabilmek bu tür durumlarda neredeyse zaruri birer ihtiyaç halini alır. Normal akla sahip bir insanın- zorluk ve sıkıntılar karşısında, umursuz, sakin ve ilgisiz bir tavrı olması genelde mümkün olmaz. Kişi, ister istemez, içerisinde bulunduğu durumdan; yüzleştiği maddi ya da manevi zorluklardan kurtulmanın yollarını aramaya başlar.

İşte o anda pek çok insan belki çok önemli bir gerçeğin farkına varmaz. Ancak içerisinde bulunduğu zor şartlar; düzenini bozan, alışkanlıklarını terk etmesine sebep olan, onu yaşadığı sakin hayattan uzaklaştıran ani gelişmeler, aslında onun için yaratılmış çok büyük nimetlerdir.

Çünkü insan ruhu kendi haline bırakıldığında, kendi kendine gelişecek bir yapıda değildir. Gerçekten sabırla, iradeyle emek verildiğinde bir ilerleme kaydedebilir.

İşte Allah'ın bir insanın hayatında yarattığı sürprizler, ani düşüşler, sürpriz yükselmeler, zaruri değişiklikler, insanın çok hızlı ilerleme kaydedebilmesinin çok önemli ve etkili bir yoludur. İnsan kendini ne kadar eğitmek ve geliştirmek istese de, kendi kendine hayatında böyle beklenmedik değişiklikler oluşturamaz. Ama bu tür şartlarda oluşan doğal zorlanma, kişiyi gücünün en üst noktasına kadar kullanmaya adeta mecbur eder. Dolayısıyla -o an için kişinin nefsinin o kadar hoşuna gitmese ya da gerçekten çok zorluk çekse bile- karşısına çıkan bu olaylar onun için büyük birer nimete dönüşür.

İnsan kişiliği içten ya da dıştan kararlı bir baskıyla karşılaşmadığı sürece çok zor değişir. Bir insanın böyle bir değişiklik yapabilmesi için çok ciddi bir irade göstermesi gerekir. Ciddi şekilde vicdan ve akıl kullanması; çok dirençli ve sabırlı olması gerekir. İşte Allah'ın –imtihanın bir gereği olarak- hayat içerisinde yarattığı değişiklikler, insana bu konuda büyük bir kolaylık sağlar. İnsanın kişiliğinde hızlı değişmeler ve gelişmeler yaşamasına vesile olur.

Bu nedenle insanın, hayatında hep alıştığı şeyleri aramak ve eksiklikler olduğunda bundan rahatsız olmak yerine, Allah'ın yarattığı değişikliklerde hayır ve hikmet görmesi; bunlardaki güzellikleri yakalamaya çalışması gerekir.

Örneğin bir insan işine, akrabalarına, dostlarına ya da okuluna çok yakın bir semtte oturur ve kurduğu bu mükemmel düzenden ve bunun kendisine sağladığı kolaylık ve konforlardan dolayı da çok mutludur. Ani bir zaruret sonucunda buradan taşınmak zorunda kaldığında, pek çok konuda alıştığı konforu kaybedeceği ve çeşitli zorluklar yaşayacağı için huzursuz olur. Halbuki yeni taşınacağı yer onun için özel yaratılmıştır. Orada kendisini bekleyen özel olaylar, yeni dostluklar, yeni gelişmeler vardır. Allah orada onu, “hiç ummadığı bir yerden rızıklandıracak, bereketlendirecek, geliştirecek ve nimetlendirecek olabilir”. Ya da bunun tam tersi olacak ve kişi daha önce hiç karşılaşmadığı zorluk ve sıkıntılarla yüzleşmek zorunda kalacak olabilir. Ama bu zorlanma sonucunda kişiliği gelişecek; eksik olduğu bir çok konuda kendini aşacak bir imkan bulacak ve yeni özellikler, yeni yetenekler kazanacak olabilir.

Ya da pek dışadönük ve konuşkan olmayan, insanlarla rahat iletişim kuramayan, rahat davranamayan bir kişi, çözümü kendi halinde yaşamakta ve gerekmedikçe kimseyle diyalog kurmamakta bulmuş olabilir. Ve kurduğu bu düzen içerisinde hem rahat ediyor hem de risk almaktan kurtuluyor olabilir. okulunda ya da işyerinde böyle bir kişiye insanlarla tek tek iletişim kurmasını gerektiren bir görev verildiğinde, o kişi sözde başına büyük bir felaket geldiğini düşünür. Gerçekten de bu, onun gibi bir insan için bir sorun ve zorluktur. Ama bu kişi, ancak böyle bir dayatma sonucunda kişiliğini değiştirmek zorunda kalacaktır. Kendi haline bırakılacak ve alıştığı sakin hayat şartlarına devam edecek olsa, hayatının sonuna kadar kendini değiştirmeyecek, konuşkan ve dışadönük bir insan olamayacak olabilir.

İşte insan bunların hiçbirini bilemez. Ama Allah hepsini ve herşeyi bilir. Ve insan için en güzelini yaratır. Kişinin Allah'a çok güvenmesi ve –her ne olursa olsun- dünyanın en büyük eksikliği, en büyük zorluğu da olsa, hepsinde binlerce hayır ve hikmet gizlendiğini bilmesi gerekir. Bu gerçeğin şuurunda olduğunda, Allah ona dünyadaki ve ahiretteki her şeyin en güzelini yaşatacağını vadetmiştir:

(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

...
Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi, 216)

21 Ağustos 2010 Cumartesi

'Himaye eden, koruyan, kollayan' konumunda, yani 'Hami' karakterinde insan olmak...

Bazı insanlar vardır, çevrelerindeki hemen herkes tarafından sevilirler. Bu sevginin en önemli sebeplerinden biri ise, bu kişilerin en belirgin özelliklerinden birinin ‘bulundukları her yerde mutlaka hep ‘hami’ konumunda olmaları’dır.

‘Hami’kelimesi, ‘himaye eden, koruyan, gözeten’ anlamındadır. Bu ahlakı gösteren kimseler, bulundukları her ortamda, şefkat, merhamet, ilgi alaka, koruyup kollama konularında dikkatleri en açık olan ve bu özellikleri en yoğun şekilde yaşayan insanlardır.

Hiç kimse bu kişileri, “Sen bulunduğun yerdeki tüm insanları koruyup kollamakla, karşılaşılacak her türlü sorunu çözmekle ve tüm sorumluluğu kendi üzerine almakla sorumlusun” diyerek görevlendirmiş değildir. Ancak bu kimseler, genelde yüksek vicdanları, güçlü sorumluluk hisleri ve insanlara karşı duyduğukları yoğun sevgi ve şefkat duyguları nedeniyle, kendileri sessiz sedasız böyle bir göreve talip olurlar. Ancak elbetteki kimseye, “Ben böyle bir görev üstlendim. Ben sizi koruyup kollayacağım, herkese sahip çıkacağım” gibi bir açıklama da yapmazlar. Sadece doğal olarak, olaylar geliştikçe, imanları ve ahlakları gereği, adı konulmadan, sürekli olarak bu kişiliği gösterirler.

Hami ahlaklı olmak, pekçok konunun ve pek çok kişinin sorumluluğunu üstlenmek, elbetteki hiçbir şeyin sorumluluğunu almayan bir kimsenin durumuna göre çok daha zahmetli ve zordur. ‘Hata yapma, doğru karar verememe, pek çok kişinin nefsini karşısına alma ya da herkesi aynı anda memnun edememe’ gibi riskleri de vardır. Ancak sahip oldukları yüksek vicdan ve Allah korkusu nedeniyle bu kişiler, kendi açılarından bu tür hatalar yapabilme riskini de göze alırlar. Allah rızası için o sırada Müslümanların ihtiyaçlarını gidermeyi ya da sorunlarını çözmeyi, kendi rahatlarından çok daha öncelikli görürler.

Adı konulmayan, ancak herkes tarafından fark edilen bu insanların gösterdikleri bu tavır,‘Allah'ın rızasına en uygun olan ahlak’tır. Çünkü Müslüman, imanı ve vicdanı gereği, hiçbir zaman için çevresinde olup biten olaylara karşı ‘seyirci kalamaz’. Yanındaki insanların bir hastalığı, yorgunluğu, mutsuzluğu, imani bir eksikliği, müminler arasında süregelen bir anlaşmazlık, yaşanan bir zorluk ya da sıkıntı, bu kimselerin ‘birinci dereceden sahiplendikleri’ konulardır.

Bu kimselerin önemli bir özelliği ise, bu sahiplenme ve ilgilenme esnasında hiç kimseye rahatsızlık vermemeleri; herşeyi Kuran ahlakıyla, çok akılcı ve vicdanlı bir şekilde halletmeleridir. Dikkat çekmeden, sorun çıkarmadan, insanlara ‘olağanüstü bir durum var ve ben şu anda bu sorunu çözüyorum’ gibi bir izlenim vermeden, olabilecek en yatıştırıcı ve en dinlendirici şekilde hareket etmeleridir.

Tüm bunları yaparken bu kimselerin tavırlarında dikkat çeken bir başka önemli özellik ise, hiçbir zaman için ‘kendilerini ön plana çıkarma’ gayreti ve arzusu içerisinde olmamalarıdır. Amaçları, sözde bir ‘lider’ konumuna gelmek, insanlar arasında söz sahibi olarak onlara ‘üstünlük taslamak’ ya da bu şekilde kendi ‘enaniyetlerini beslemek’ değildir. Sadece fedakarane bir hami karakteri içerisinde, çevrelerindeki insanlara karşı şefkat, merhamet ve sevgiyle yaklaşmaktadırlar. Kuran'da bu kimselerin gösterdikleri üstün ahlak şöyle hatırlatılmıştır:

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü'minler için de (şefkat) kanatlarını ger.(Hicr Suresi, 88)

Hami karakterinin aksine, bazı insanlarda da tam tersi bir anlayış vardır. Bir sıkıntısı, sorunu ya da rahatsızlığı olan bir kişi varsa, bu kimseye karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak ve ona güven vermek yerine, önce ‘kızgınlık’ duyulur. Bu kişiye sahip çıkarak sorununa yardımcı olmaktansa, “Neden böyle yaptın?”, “Sen şöyle yapmasaydın, böyle olmazdı”, “Hepsi senin hatan”, “Neden sonucunu önceden düşünmedin?” gibi, onu daha da tedirgin edecek bir üslupla bu öfke ifade edilir.

Oysa ki aynı insanlar, kendileri için aynı şartlar söz konusu olduğunda, kendilerine sevgiyle, şefkatle, anlayışla yaklaşılmasını isterler. Allah bir Kuran ayetinde insanlara bu gerçeği hatırlatarak, insanları birbirlerine merhamet etmeye çağırmıştır:

Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?(Nur Suresi, 20)

Tüm insanlar Allah'ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Ve her insan şefkatten, sevgiden, hoşgörüden hoşlanacak bir ruh ile yaratılmıştır. Öyleyse tüm insanlar, kendileri için aradıkları merhamet gibi, başkalarına karşı da ellerinden geldiğince bu ahlakı göstermeye çalışmalıdırlar.

Allah Kuran'da müminlerin ‘birbirlerinin velileri’ olduklarını bildirmiştir. Müminlerin sorunlarını sahiplenmek, tedirgin etmeden onlara yardımcı olmak, en yanlış tavırlarında bile Kuran ahlakının gerektirdiği şefkat ile hatalarını düzeltmeye çalışmak; herkesin yardımına ilk koşan, etrafta gelişen her türlü eksikliğe, aksaklığa çözüm getiren, yardıma ihtiyacı olanın hiç düşünmeden ilk sığınacağı insan olmak, işte müminlerin bu ‘veli karakterleri’nin bir gereğidir.

Allah Kuran'da bu ahlakı gösteren kimseleri rahmetiyle müjdelemiştir:

Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler.İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.(Tevbe Suresi, 71)

17 Ağustos 2010 Salı

'Gaddar' denildiğinde pek çok insan bu özelliği kendinden çok uzak görür. Ama 'gaddarlık', günlük hayatta, insanın kendine kondurmadığı pek çok tavırda ortaya çıkar

Gaddarlık, cahiliye toplumlarında çok yaygın olan bir tavır bozukluğudur. İnsanlar çocukluk yıllarından itibaren hep ‘bencil olmaya, öncelikle hep kendi menfaatlerini koruyup kollamaya’ teşvik edilirler. ‘Hayatın bazı gerçekleri’ olduğuna, bu yüzden de hayatta kalmak için acımasız ve merhametsiz olmak gerektiğine inandırılırlar.

Bunun sonucunda da insanlar, farkında olmadan gaddarlığın felsefesini içten içe yoğun olarak yaşamaya başlarlar. Kendilerine sorulsa, elbette hiçbir zaman için, ‘ne gaddar olduklarını kabul ederler’, ‘ne de bir başkasının gaddar bir tavır göstermesini onaylarlar’. Ama kişiliklerine derinden etki eden bu yanlış bakış açısının etkileri, hayatları boyunca gösterdikleri tavırların çoğunda kendini belli eder.

Çoğu insan, ‘gaddar’ denildiğinde, illaki ‘çok acımasız, insanlara zulmetmeye eğilimli, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, ve umursamayan, kasten kötülük yapmaktan ve zarar vermekten zevk alan bir insan modeli’ hayal eder.Bu yüzden de kendilerine, “Sen çok gaddarsın” gibi bir yakıştırma yapılacak olunursa, şiddetli bir tepki verir ve hemen bu eleştiriyi reddederler.

Oysa ki eğer insan kendisine yapılan bu yakıştırma üzerinde biraz daha derin düşünecek olursa, kişiliğinin belirli yönlerinde ve tavırlarının bazılarında gaddarlığın felsefesine dair izler bulabilecektir.

Bunun en önemli sebeplerinden biri, insan nefsinin gaddarlığa eğilimli olarak yaratılmış olmasıdır.Nefis bencildir. Çıkarcıdır. En çok kendini sevmek ister. Çıkarlarını koruma konusunda çok kararlıdır. Ve nefis, hayatının sonuna kadar, hiç ara vermeden ve pes etmeden insanı bu kötülüklere teşvik etmek için çaba harcar.

Dolayısıyla insan, nefsindeki bu olumsuz istekleri ancak vicdan kullanarak dizginleyebilir. Ama bunun için önce nefsindeki eksiklikleri iyi tespit edebilmeli ve tüm bunların nerelerde ve nasıl ortaya çıktığını iyi analiz edebilmelidir. Ve bunu yapabilmek için de, nefsini eğitmeyi, bu kötü alışkanlıklardan kurtulmayı gerçekten istemelidir.

Çünkü eğer insan nefsine yönelik böyle bir eğitime zaten istekli değilse, bu durumda sadece kendini aldatacak ve rahatlatacak tedbirler alacaktır. Hasta olduğu yönleri tam teşhis ederek kabul etmekte kaçındığı takdirde ise, bunları tedavi etmesi hiç mümkün olmayacaktır.

Bu nedenle insanın gaddarlık konusunda da, daha en baştan ‘kendine kondurmama’ gibi bir yaklaşımdan kaçınması gerekir. Tam tersine, kendisini eğitmeye ‘bu özelliğin kendisinde kesin olarak var olduğunu’ kabul ederek başlamalıdır.

Bunun ardından yapılması gereken, ‘gaddarlığın tanımının iyi yapılması’dır. Elbette toplumda ‘gaddarlığın en üst boyutunda yaşayan insanlar’ vardır. ‘Hiç gözünü kırpmadan cinayet işleyen, toplu katliamlar yapan, aç, yoksul, kimsesiz çocukların malını mülkünü çalmakta sakınca görmeyen, yaşlılara, çocuklara eziyet etmekten, onları hor görmekten kaçınmayan ve bunlar gibi daha pek çok anormal tavrı gösteren insanlar’, gerçekten gaddar bir ruha sahiptirler.

İman eden bir insanın bu derece gözü dönmüş, ruhu kararmış, vicdanı körelmiş bir insan olması elbetteki hiçbir şekilde söz konusu değildir.Müminin en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan içi titreyerek korkmasıdır. Mümin, Allah'ın beğenmeyeceği bir tavrı bile bile göstermekten haya eder, Allah'a sığınır ve mutlaka kendisini eğitmek için elinden geleni yapar.

Bu nedenle müminlerde ‘gaddarlık’ denildiğinde hiçbir zaman için böyle uç tavır bozuklukları görülmez. Ve asla bütün hayatlarına hakim olan bir ahlak bozukluğu olarak bunu yaşamazlar.

Ancak müminler de istemeden hata yapabilir; unutabilir, yanılabilir, boş bulunarak nefislerine uyabilirler. Ya da daha önce üzerinde düşünmedikleri, nefislerinin o açığını fark etmedikleri için henüz kendilerini eğitmedikleri kusurları olabilir. İşte müminlerde ortaya çıkabilecek ‘gaddarlık’ örnekleri ancak bu sınırlar içerisinde olabilir.

Ve bir de ‘gaddar’ kelimesi, elbetteki çok geniş anlamlı bir ahlak bozukluğunu ifade etmektedir. Müminler söz konusu olduğunda, eğer bu kelime kullanılıyorsa, elbetteki bu, kelimenin tüm anlamı kastedilerek kullanılmamaktadır. Gaddarlığın sadece belirli tavırlara yansıyan ve belirli bir bakış açısına etki eden kısmı kastedilmektedir. Söz konusu kelimenin tercih edilmesi, konunun anaşılabilmesi, tefekkürde insanın ufkunu açabilmesi içindir. İnsanın ülfetini kırabilmek; aynı tavır bozukluklarını, başka bir kelimenin altında değerlendirerek yeni anlayışlar elde edebilmesi içindir. Yoksa kuşkusuz ki mümin, -ne kadar kusuru olursa olsun- dünyanın en güzel ahlaklı insanıdır. Ve elbetteki cahiliye toplumlarının anladığı ‘gaddarlık’ anlayışından da alabildiğine uzaktır.

Bir müminde görülebilecek ve geniş anlamıyla ifade edildiğinde ‘gaddarlık’ olarak adlandırılabilecek tavırlar, müminin 24 saatini kaplayan davranışlar değildir. Hata olarak ortaya çıkan, ama Allah'tan daha çok korkup sakınılırsa, daha çok vicdan kullanılırsa, hemen temizlenip ortadan kaldırılabilecek tavırlardır.

Örneğin kimi zaman ihtiyaç içerisindeki bir insanla ilgilenmemek, iyi niyetle yapılan bir ikrama güzel karşılık vermemek, güzel bir övgüyü aynı şekilde onore eden bir üslupla cevaplandırmamak, yardım isteyen birine karşı kayıtsız kalmak, güzel bir sözü ya da tavrı duymazdan ya da görmezden gelmek, bir insana özellikle iltifat etmekten kaçınmak, şefkat duyulacak bir yerde ilgisiz kalmak, birini affetmemekte kararlı davranmak gibi tavırlar, kişinin gaddar bir ahlaka yatkın olduğunu gösteren alametlerdir.

İnsanlarda yaygın olan bir diğer gaddarlık türü de, ‘kadın gaddarlığı’dır. Cahiliye toplumlarında kadınların çoğu birbirlerine rekabet, haset, çekişme ve öne geçme gözüyle baktıkları için, bu yarış içerisinde birbirlerine karşı gaddar tavırlar göstermekten kaçınmazlar. Rekabette onları öne geçirecek olan unsurlar neler ise, bu konularda acımasız bir kararlılıkla karşı tarafı ezecek, ekarte edecek ve hatta gözden düşürüp tamamen yollarına çıkmalarını engelleyecek tavırlara başvururlar. İşte bunların her biri ‘gaddarlık’tır.

Birbirleriyle dost olsalar dahi, üstün gelmeleri gerektiğinde bu yöntemlere başvurmaktan çekinmezler. Bir arkadaşları çok güzel bir kıyafet giydiğinde, güzel bir saç modeli yaptığında ya da güzel bir eşya aldığında, kasıtlı olarak bunu görmezden gelebilirler. Hiç iltifat etmeyebilir ya da katen karşı tarafa o konuda şüphe verecek, tedirgin edecek, olumsuz kanaate kapılmasına neden olacak tarzda örtülü övgülerde bulunabilirler. Hatta bezen kasten, gerçeklerin tam tersi yönünde de bilgi verebilirler. Örneğin çok yakışan bir şey için “hiç yakışmadı”, hiç yakışmayan bir şey için de yine kasten “Çok yakıştı” diyerek, bu kimseyi yanlış yönlendirirler. Kötü olan bir şeyi düzeltmesindense, onun çok iyi olduğuna inanmalarını sağlarlar. Gıyaplarında konuşurken, onu insanlara sevdirecek, begendirecek sözler yerine; kendilerini ön plana çıkarıp o kişi hakkında sinsice olumsuz fikirler oluşmasına neden olacak bir üslup kullanırlar. Birlikte bir yere gidecekleri zaman, rekabet ettikleri ya da haset ettikleri bir dostlarının gecikmesinden içten içe memnuniyet duyarlar. Hatta bazen bu gecikmenin oluşması için, o kişiye özellikle yanlış bilgi vermekten de çekinmezler. İşte bunlar ve benzeri tavırlar da ‘gaddarlık’tır.

Bu örneklerden de açıkça anlaşıldığı gibi,gaddarlık aslında, insanın hiç tahmin etmediği ve üzerinde düşünmediği tavırlarda da ortaya çıkar. Bu bir ruh halidir. Dolayısıyla insanın ruhundaki gaddar yönleri temizlemesi, sadece tek tek, “acaba bu hangi gün, nerede, nasıl bir konuşmayla ortaya çıktı” gibi analizler yapmasıyla mümkün olmaz. Temelde ruhundan bu felsefeyi tamamen temizlemesi gerekir. O zaman tek tek tavırlar üzerinde tespitler yapmasına gerek kalmaz.

Kişi burada, gerçek ve samimi Allah korkusunun nasıl olması gerektiği üzerinde düşünmelidir.İnsanlar belki sinsilikle ve ustaca ayarlanarak yapılmış hamleleri ve oyunları fark etmeyebilirler. Ve bunlar, zahiren kişinin menfaatlerini besleyecek şekilde sonuçlar da vermiş olabilir. Ama tüm bunların iç yüzünü Allah bilmektedir. Kişinin hangi sözü hangi niyetle söylediğini, hangi kişiye karşı nasıl bir gaddar ruh hali içerisinde olduğunu Allah bilmektedir. Dışarıdan insanların belki şefkat, merhamet gibi değerlendirdiği tavırların altında eğer bir sinsilik gizliyse, Allah bunları tüm açıklığıyla görmektedir.

Dolayısıyla her konuda olduğu gibi, gaddarlıktan kurtulmanın yolu da, ‘Allah korkusu’dur. Allah'tan korkan insan, yanlış bir tavırdan sakınmak için, bunu Allah'ın bilmesini yeterli görür. Allah'a karşı suç olacağını bildiği bir şeyi, asla uygulayamaz. Yanlış bir şey yapmaktan çok korkar. Küçük menfaatler uğruna Allah'ın sevgisinden mahrum kalmayı göze alamaz. Nefsi kendisini bir kötülüğe doğru teşvik ediyorsa, mümin Allah korkusundan dolayı, hemen bunun tam tersini yapar. Örneğin nefsi güzel bir tavrı övmek istemiyorsa, mümin Allah'tan korktuğu için, tüm vicdanını ve iradesini kullanarak bu kişiye olabilecek en güzel, en abartılı en fazla iltifatı yapar ki, nefsinin bu kötülüğünü yenebilsin.

Müminin bu eğitimi alması; nefsini gaddar yönlerinden arındırması son derece önemlidir. Çünkü güzel ahlak detaylarda gizlidir. Gerçek Kuran ahlakı, insanın ancak Allah korkusuyla bu detayları kavrayıp vicdanlı hareket etmesiyle yaşanabilir. Bu ahlakı alan ve yaşayan bir insanın mutlu olmak ya da üstün gelmek gibi sonuçlar için, asla cahiliye insanların yaptıkları entiralara başvurmasına gerek yoktur. Eğer Allah bir insanın kalbinde saf iyiği ve temizliği görürse, Allah ona dünyada herşeyin en güzelini, en iyisini ve en hoşnut olacağı hayatı yaratır.

Rabbimiz bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir:

Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)

Şayet Allah sana bir zarar dokunduracak olursa, O'ndan başka bunu giderecek yoktur. Sana bir iyilik dokunduracak olursa da O, herşeye güç yetirendir.(Enam Suresi, 17)

Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi, 38)

15 Ağustos 2010 Pazar

'Söylenmek' çirkin bir cahiliye alışkanlığıdır


İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır.(Lokman Suresi, 6)

Bazı insanlar, gün boyunca karşılaştıkları konular hakkındaki düşüncelerini, sürekli olarak ‘kendi kendilerine söylenerek’ dile getirirler. Kimi zaman rahatsızlık duydukları bir şey, kimi zaman aksaklık olduğunu düşündükleri bir konu, kimi zaman gördükleri yanlış bir tavır, duydukları bir söz bu kimselerin, fazla düşünmeden hemen bu konulardaki rahatsızlıklarını ifade etmelerine neden olur.

Aslında insanın hatalı olduğunu gördüğü bir şeyi dile getirmesi elbetteki yanlış değildir. Ama, bu konuşmanın yanlış olmaması için, amacın mutlaka -Allah rızası için- ‘o yanlışı düzeltmek’ olması gerekir. Bir de eğer ortada hatalı bir tavır, söz ya da olay varsa, o zaman bunun mutlaka konuyu halledebilecek olan ilgili kişilere iletilmesi gerekir. Ve aynı zamanda da, yapılan yanlışın olabilecek en güzel, en hikmetli en isabetli sözlerle karşı tarafa açıklanması gerekir.

İşte ‘söylenme’ alışkanlığında, bu sayılan hedeflerin hiçbiri yoktur.Amaç, yalnızca kişinin aklına gelenleri söyleyerek ‘sinirini ve öfkesini gidermesi’dir. Bu da, söylenmenin ne kadar boş ve yanlış bir tavır olduğunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Örneğin, “Bunu buraya kim koydu?”, “Şuraya bak, kaç gündür burayı hiç temizleyen olmamış!”, “Ne kadar gürültü yapıyorlar!”, “Ne kadar çok soru soruyorlar?”, “Bak yine bunu yanlış yapmış, kaç kere tarif ettim!”, “Yine etrafını dağınık bırakmış!” gibi söylenme çeşitleri, çoğu insanın hiç düşünmeden ağız alışkanlığıyla gün boyu tekrarladığı bilinen cümlelerdendir.

Bazen de söz konusu insanlar, başkalarına yönelik değil de, kendi yaşadıkları olaylar hakkında sürekli olarak söylenirler.

“Çok acıktım.”, “Hiç uyuyamadım.”, “Çok uykusuzum.”, “Nasıl yetiştireceğim, çok az vaktim kaldı.”, “Çok geç kaldım.”, “Çok hastayım.”, “Başım ağrıyor.”, “Nasıl bitireceğim ben bunu?”, “Hiç halim yok!”, “Canım hiç kalkmak istemiyor.”, “Çok üşüyorum.”, “Çok sıcak.”,“Bugün çok işim var, hepsini aynı anda nasıl yapayım?” gibi, günlük hayatları hakkındaki hemen her konudaki olumsuz düşüncelerini, bir yandan işlerini yaparak, bir yandan da sesli olarak sürekli anlatırlar.

Tüm bu konuşmaların ortak noktası ise, önceki satırlarda da belirtildiği gibi, ortada bunlara bir çözüm bulma hedefinin olmamasıdır. Amaç, sadece duyulan rahatsızlığı dile getirmektir. Nitekim çözüme yönelik tedbirler alınmadığı ve bu yönde girişimde bulunulmadığı için, rahatsız edici durumlar da sürekli devam eder. Dolayısıyla bu kişi de alıştığı şekilde bunlardan yakınmayı sürdürür.

Oysa Kuran ahlakına göre, bir insan çevresinde gördüğü her şeyden, duyduğu her sesten, şahit olduğu her olaydan sorumludur. Eğer ortada yanlış bir şey varsa, ‘bunu düzeltmek ya da bunun düzelmesi için çaba harcamak’, müminin sorumluluğudur. Dolayısıyla müminin, rahatsız edici bir konuya bakış açısı, öncelikle ‘bunu çözüme kavuşturmak’ yönünde olmalıdır.

Bunun yanı sıra kişiler, söylenmelerine ve yakınmalarına şahit olan insanların da bu durumdan duyabilecekleri rahatsızlığı gözardı ederler. Oysa ki bir insanın yanında, yaşadığı hemen her şeyden şikayet eden bir kişi olması, hem manen hem de fiziksel açıdan çok yorucu ve yıpratıcıdır.

En başta, söylenen kişinin içerisinde bulunduğu ruh halinin Kuran'a uygun olmaması ve tümüyle cahiliyeye ait bir ahlak yaşaması, bunu gören müminlerde ciddi bir yadırgamaya ve rahatsızlığa sebep olur. Çünkü söylenen insan çevresine, ‘herşeyi Allah'ın yarattığını, her olayda hayır ve hikmet olduğunu, herşeyin bir kader dahilinde ve insanların imtihanları için özel yaratılan olaylar olduğunu unuttuğu’ izlenimini verir. Zorluklara ve aksaklık gibi görünen, sabır gösterilmesi, fedakarlıkta bulunulması beklenen olaylara, Kuran ahlakıyla karşılık vermesi gerektiğinden gafil olduğu şüphesini oluşturur. Kişi, Kuran'da bildirilen, ‘öfkelenilecek bir şeyle karşılaştığında, öfkesini yenmek; sözün en güzelini söylemek; insanlara en güzel şekilde öğüt verip, iyiliği emredip kötülükten men etmek’ gibi ahlak özelliklerini yaşamakla sorumlu iken, bunun yerine, kendisini iradesizce cahiliye ahlakına bırakması, elbetteki şüphe oluşturan bir tavırdır.

Mümin vicdanını kullanan insandır. Allah'tan korkup her an Kuran ahlakına uygun bir tavır göstermekle; ve her sözünü, Kuran'a uygun olup olmadığını düşünerek konuşmakla sorumludur.

Mümin, söylenme alışkanlığının, Allah'a inanan, kaderi, dünya hayatının imtihan yeri olduğunu ve ahireti bilen bir insanın ahlakıyla bağdaşmayacağını bilir. Söylenmek, mümin asaletine, Müslüman şuuruna ve müminin vicdanına yakışmayan bir tavırdır. Müslüman gerekirse gördüğü her aksaklığı tek başına ve kendi imkanlarıyla telafi eder, ama yine de bunlardan şikayet eden bir üslupla konuşmaz. Zahiren ne kadar mağdur oluyormuş gibi görünse de, bunu hiçbir zaman için yakınarak dile getirmez. İlgili kişilerle konuşarak ya da gerekli tedbirleri alarak bu durumu ortadan kaldırmaya çalışır; ama asla basit bir cahiliye üslubuyla bunları anlatmaz. Öfkelenecek bir durumla karşılaşsa bile öfkesini yener. Hiçbir zaman için sinirlendiği için, bunu amaçsız bir şekilde dışa vurmaz. İnsanın öfkesinden kurtulmasının yolunun söylenmek olmadığını bilir. Öfkenin ancak Allah'a tevekkül etmekle ve Kuran ahlakına uymakla ortadan kalkacağının bilincindedir.

Dolayısıyla her ne zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsan ‘söylenmemek’ müminler ile cahiliye insanlarını ayıran önemli ahlak özelliklerinden biridir. Dolayısıyla Müslümanların, bu konuya bu bakış açısıyla yaklaşmaları ve Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamak için akıllarını, vicdanlarını ve iradelerini en güzel şekilde kullanmaları, imanın onlara yüklediği güzel bir sorumluluktur.

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.(İsra Suresi, 53)

11 Ağustos 2010 Çarşamba

'İçinden geldiği gibi davranmak' samimiyettir. Ama bazen de insanın içinden gelenleri yenip, daha güzel olan tavrı göstermeye çalışması gerekir

Doğallık insan için büyük bir nimettir. Doğal, samimi, içinden geldiği gibi davranabilmek, hem kişinin kendisi hem de onunla birlikte olan insanlar açısından büyük bir konfordur. Çünkü bu insanın içinde ne varsa, dışında da o vardır.

Ancak insanlar bazen ‘içinden geldiği gibi davranmak’ denilince, bunun, ‘içinde her ne olursa olsun bunu olduğu gibi dışa vurmak’ olduğunu sanırlar.Ve hatta bunu bir ‘dürüstlük göstergesi’ olarak görürler. “Ben hiçbir şeyi gizlemiyorum, içimdeki duygular bunlar” diye düşünürler. Oysa ki insanın içinden gelen her şey doğru değildir. Bu nedenle insanın içinden gelen herşeyi olduğu gibi dışa vurması da doğru değildir. Bazen insanın içinden gelen bazı duyguları dizginlemesi, düzenlemesi ya da yenmesi gerekebilir. Çünkü insanın, ‘içimden geliyor’ dediği şeyler, nefsinde var olan ve nefsinin onu teşvik ettiği hislerdir.

İnsan nefsinde hem güzellikler hem de kötülükler vardır. Ancak nefsini istediği şekle sokmak, onda var olan kötülükleri yenmek, güzel ve iyi olan şeyleri ise artırmak insanın kendi iradesindedir.

Örneğin bir insanın içinden, çevresindeki insanlara iyilik yapmak, sevgi, saygı göstermek, güzel söz söylemek, neşelenmek, hoşsohbet ve konuşkan olmak, dışa dönük ve girişken olmak, fedakarlık yapmak, güzellik sunmak gelebilir. İşte insan bu tür bir durumda ‘içinden gelenlere’ uyar.

Ama bazen de insanın içinden sessizleşmek, küsmek, durgunlaşmak, insanlardan uzaklaşmak, öfkelenmek, kinlenmek, ters tavırlar göstermek, bağırıp çağırmak, tartışmak gibi olumsuz hisler de gelebilir. İşte bunlar da nefsin içinde var olan kötülüklerdir. İnsanın böyle bir durumda, “Ne yapayım, ben sadece içimden geldiği gibi davranıyorum” diyerek bu tarzda olumsuz tavırlar sergilemesi doğru değildir. Ve ‘içinden geliyor olması’ da, gösterdiği kötü ahlakı makul gösterecek bir mazeret değildir.

Çünkü bunlar, Allah'ın Kuran'da beğenmediğini bildirdiği, nefse özel olarak verilen, insanın mücadele edip yenmesi gereken kötülüklerdir. Allah, güzel ahlakın gerekliliklerini ve sakınılması gereken tavırları insanlara bildirmiştir. İnsan, ‘her ne kadar içinden gelirse gelsin’ kötü olduğunu bildiği bir tavrı asla uygulamamalıdır. İçinden öfkelenmek geliyorsa, hemen bunun Allah'ın beğenmediği bir ahlak olduğunu düşünüp öfkesini yenmelidir. Öfke hissi gelen kişiye karşı, tam tersine, güzel söz söyleyip gönül almalı, dosça tavırlar göstermek için nefsini zorlamalıdır. Ya da nefsi ona suskunluk hissi verdiğinde, hemen bunun Kuran ahlakına uygun olmayan bir ahlak olduğunu düşünüp, beraberindeki insanlara, Allah'ın razı olacağı şekilde ‘en güzel sözleri’ söylemek için iradesini kullanmalıdır.

Bu tür bir durumda nefisten yana bir bir tavır göstermek, asla dürüstlük, doğallık, samimiyet, içi dışı bir olmak değildir. Dürüstlük, doğallık ve içi dışı bir olmak; Allah'ın meşru kıldığı, Kuran'da beğendiğini bildirdiği, güzel ahlaka dair her tavrı, olabilecek en güzel şekilde dışa vurmak, en samimi şekilde bu ahlakı yaşamaktır. İnsanın, nefsindeki kötülükleri, sırf ‘içinden geliyor’ diye uygulaması ise, yalnızca bu kişinin ahlakındaki eksiklikleri gösteren bir alamet olur.

Dolayısıyla insanın, ‘içinden gelen herşeye uyması’ gibi bir yaklaşım asla makul değildir. insan içinden gelen her türlü iyiliğe uymalıdır. İçinden gelmediği durumlarda da mutlaka iyiliği aramalı, nefsini bu yönde eğitmeli, nefsindeki iyiliğe olan eğilimi artırmalıdır.

Nefsinin teşvik ettiği kötülüklerde ise, Allah korkusunu, vicdanını ve imanından kaynaklanan iradesini kullanarak, içinden gelen bu hisse, bunun tam tersi olan iyiliklerle karşılık vermelidir.

Bu, müminin dünya hayatındaki imtihanının çok önemli bir parçasıdır. İnsan nefsini eğitebildiği ölçüde, Allah'ın razı olmasını umacağı bir ahlaka ulaşabilecektir. Allah Kuran'da, nefislerindeki kötülüklere karşı güzelliği tercih eden ve nefislerini Kuran ahlakına göre eğiten kimseler için şöyle buyurmuştur:


Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.(Şems Suresi, 7-10)


Ey iman edenler, üzerinizdeki (yükümlülük) kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. O, size yaptıklarınızı haber verecektir.(Maide Suresi, 105)


"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."(Yusuf Suresi, 53)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

İnsanlara fayda vermek amacıyla yapılan bazı tavırların ardında gizlenebilen enaniyet tehlikesine karşı dikkatli olmak...

Enaniyet, nefiste var olan ve insanın hayatı boyunca çok büyük bir titizlik, dikkat ve uyanıklıkla sakınması gereken kötülüklerden biridir. İnsanı, kendisinin bile tahmin edemeyeceği bir ahlaka, hayat şekline ve bozuk bir mantığa sürükleyebilecek çok tehlikeli bir duygudur. Enaniyetin en derin boyutunda yaşayan şeytanın da, insanı hayatının sonuna kadar bu yönde aldatmaya çalışacağı düşünüldüğünde, enaniyete karşı ne kadar dikkatli bir yaklaşım içerisinde olunması gerektiği çok daha iyi anlaşılmaktadır.

Nefsin, insanı açıktan açığa enaniyete sürükleyebileceği pek çok konu vardır. Ancak bunların yanı sıra, bir de gizlice ve sinsice bu duyguyu yaşatabileceği durumlar söz konusudur. Bazen nefis, son derece meşru, rahmani ve faydalı tavırları, gizlice kişinin enaniyetini sürdürecek bir zemin bulması için kullanabilir. İşte bu meşru konular arasında ‘insanlara iyiliği hatırlatmak, faydalı tavsiyelerde bulunmak ya da eleştiri yapmak’ gibi davranışlar da vardır.

Tüm bunlar Kuran ahlakına uygun tavırlardır. İman eden bir kimsenin, çevresindeki insanlara fayda verecek, onları daha iyi ve daha güzel hale getirecek, daha rahat ve daha huzurlu yaşamalarına vesile olacak maddi ya da manevi konularda düşüncelerini belirtmesi son derece güzel bir davranıştır. Ancak bazen, enaniyetli bir insan, bu tarz tavırlarla, enaniyetini daha da geliştirecek ve besleyecek bir zemin bulabilir. Sürekli olarak başkalarının kusurlarını tespit eden, yanlışlarını düzelten, onlara akıl veren, doğru yolu gösteren bir konumda olmak, böyle bir kişinin kendini gereğinden fazla büyütmesine neden olabilir. Ona tüm bu tespitleri yaptıranın, insanların hayırlarına vesile olmasını sağlayanın yalnızca Allah olduğunu unuttuğu takdirde, bu kişi, bu tavırlarıyla kendini çevresindeki herkesten daha üstün gören yanlış bir inanca kapılabilir.

Hatta bunun için çoğu zaman insanların illa ki çevrelerindeki kişilerde bu tarzda eleştiriler, yönlendirmeler ya da düzeltmeler yapmalarına da gerek yoktur. Bazen sıradan günlük konuşmalarda ya da sohbet aralarında dile getirilen fikirler, tavsiyeler ya da verilen basit talimatlar bile, bu kişilerin enaniyetlerinin beslenmesi için yeterli olabilir.

Ve bu durumdaki kişiler her zaman için nasıl bir tehlikeyle iç içe olduklarının farkına varmayabilirler. Çünkü görünürde yaptıkları yanlış bir şey yoktur aslında. Ama bu tarz bir konumda olmak; insanları yönlendirebilmek, etrafına sözünü geçirebilmek, isteklerini yaptırabilmek, içten içe kişinin enaniyetinin giderek gelişmesine yol açar. İnsan, nefsinde oluşan bu olumsuz gelişmeyi, ancak enaniyetiyle çatışan bir durum olduğunda fark eder.

İşte nefsin insanı gizliden gizliye böyle bir tehlikenin içine sürükleme ihtimaline karşı, enaniyete kapılma riski olan bir insanın son derece dikkatli olması çok önemlidir. Böyle bir kişi, ne kadar meşru da olsa, insanları yöneten, onlara akıl veren, eleştiren bir konumda olmaktansa; yönlendirilen, tabi olan, başkalarının akıllarından istifade edip onlara uyan bir yaklaşım içerisinde olmayı tercih etmelidir. Enaniyetini tam olarak ezdiğinden emin olana kadar, bu ahlakın kendisine çok daha fazla fayda vereceğini unutmamalıdır. Özellikle de % 50’ye 50 olan, yani her iki tarafın da aşağı yukarı benzer fikirler öne sürdüğü veya her iki tarafın da hemen hemen aynı oranda haklı oldukları durumlarda, böyle bir kişinin kendinden feragat edip karşı tarafın düşüncelerini ya da haklılığını kabul etmesi önemlidir. Tüm bunlar, bu kişinin içindeki tevazu duygularının giderek gelişmesine vesile olabilecek; kendisini başkalarından daha üstün görme isteği ve iddiasının giderek azalıp ortadan kalmasını sağlayacak ve kişinin mazlum, muhlis, aczini bilen bir insan olmasına imkan oluşturacaktır.

Enaniyete kapılma riski başkalarına göre daha fazla olan bir insanın, nefsine yönelik bu tarz tedbirler alıp bunları uygulayabilmesi ise ancak kişinin Allah korkusu, Allah'a karşı olan teslimiyeti ve boyun eğiciliği ile mümkün olur. Allah'ın beğenmeyeceği bir ahlakı yaşamaktan sakınma isteği, kişinin, nefsini istediği gibi dizginleyebilmesini ve eğitebilmesini sağlar.

Çünkü iman eden bir insan enaniyetin sadece günlük hayattaki tavırlarına ya da insanlarla olan ilişkilerine etki eden bir inanç bozukluğu olmadığının farkındadır. Enaniyet, şeytanı yoldan çıkaran, onun -Allah'ı tenzih ederiz- Allah'a karşı başkaldırmasına yol açan ve onu ebedi cehennem ateşine sürükleyen bir tehlikedir. Enaniyet, Şeytan gibi, insanları da günaha, bozulmaya ve cehenneme sürükleyebilecek, büyük bir dikkat ve titizlikle sakınılması gereken nefsin kötü bir özelliğidir. Allah Kuran'da bu tehlikeyi insanlara şöyle bildirmiştir:


Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.(Bakara Suresi, 206)


Dolayısıyla bu gerçeği bilen iman sahibi bir insan, nefsine zor da gelse, enaniyetten sakınmak için elinden gelen her türlü tedbiri alır ve bunları uygulama konusunda da hiçbir sıkıntı duymaz. Allah'ın, Kendisi’ne boyun eğmiş, her an hayatını Rabbimiz'e ne kadar muhtaç olduğunun şuuruyla yaşayan, Allah'a ve Müslümanlara karşı alabildiğine teslimiyetli; kendisini hayra çağıran insanlara uymaktan, güzel söze tabi olmaktan gocunup sıkıntı duymayan, gururuna kapılıp insanlar üzerinde hükümranlık kurmaya çalışmayan, mazlum, mütevazi, güzel ahlaklı kullarını sevdiğini unutmaz. Aynı şekilde Allah'ın Kuran'da, ‘büyüklük taslayıp böbürlenen insanları sevmediğini’bildirdiğini de bilir. Ve Allah'tan korkarak hayatının sonuna kadar Allah'ın beğendiği ahlakı yaşamakta samimiyetle irade gösterir.

Allah Kuran'da bu konuda kullarının nasıl bir ahlak içerisinde olmalarını istediğini şöyle bildirmiştir:


"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)


Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder. (Secde Suresi, 15)

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Gerçek sevgi ancak saygı ile yaşanabilir

Sevgi, her insanın isteyeceği, Allah'ın çok büyük bir nimetidir. Ahlakı, kişiliği, inancı, kültürü, yaşam tarzı her ne olursa olsun, her insan çevresindeki insanlarda sevgiyi arar.

Ancak sevgiyi bu kadar önemli gören insanların yalnızca çok az bir kısmı saygının da, en az sevgi kadar önemli bir duygu olduğunun farkındadır.

Oysa ki sevgi ne kadar güzel bir nimet olursa olsun, saygı olmadan bu duygunun tam anlamıyla ve sürekli olarak yaşanabilmesi mümkün olmaz. Saygı olmadığında sevgi çok ilkel bir düzeyde kalır. Bir insana duyulan sevginin ‘gerçek sevgi’ olabilmesi için, bu kişiye saygı duyulması da şarttır.

Bir insan hayatında pek çok şeyi sevebilir. Kedilere, köpeklere, çiçeklere, yiyeceklere, evlere, arabalara ve bunlar gibi daha pek çok şeye tutku derecesinde bir ilgi ve sevgi duyabilir. Ama tüm bunlar, bir insana duyulan sevgi derinliğinin ve bu derinliğin insan ruhunda oluşturduğu güzelliğin hazzıyla asla kıyaslanamaz.

Allah insanı, tüm diğer varlıklardan farklı olarak ‘ruh sahibi’ olarak yaratmıştır. Dolayısıyla tüm diğer varlıklardan farklı olarak, bir insanın, ruhundaki zenginlik ile karşı tarafta oluşturacağı etki de aynı şekilde farklıdır. Her insan, ruhunun güzelliği oranında sevgiyi yaşar. Kendisinde ne kadar çok sevilecek ve saygı duyulacak özellik varsa, insanlar onu bu oranda sevip sayarlar. Aynı şekilde kendi ruhunda da, bir insandaki sevilip saygı duyulacak özelliklere karşı ne kadar duyarlılık varsa, o da, insanlardaki güzellikleri o oranda görüp onlara o oranda sevgi ve saygı duyabilir.

İşte insan, dünyadaki tüm varlıklara sevgi besleyebilir, ama derin sevgiyi ve bunun getireceği saygıyı ancak ruh sahibi olan insana duyabilir.

Saygı, sevgi duyalan kişiye verilen değerin ifadesidir. O kişiye ne kadar önem verdiğinin ve onu ne kadar ciddiye aldığının göstergesidir. Yoksa insanlar hayatları boyunca pek çok insana, çeşitli açılardan sevgi ya da sempati duyabilirler. Ama bunların çoğu, ‘gelip geçici’dir. Örneğin bir kişi işyerindeki bir çalışma arkadaşını dost olarak görür ve belirli bir oranda sevgi duyar. Ya da aynı mahallede oturan bir komşusuyla da bir dereceye kadar arkadaşlık eder ve ona da belirli bir sevgi yöneltir. Ama gerçekten çok saygı duyduğu, değer verdiği, önemsediği bir insana duyduğu sevgi çok farklıdır.

Böyle bir sevgide, alabildiğine saygı vardır. Sarsılmaz bir sadakat vardır. Ölene kadar sürecek bir sırdaşlık vardır. O kişiye karşı hiçbir şüphe duymayacak kadar kesin bir güven vardır. Bu sevgiyi yaşayan insan, karşısındaki kişiyi, ona zarar verebilecek küçük büyük herşeyden sakınır. Allah rızası için üzerine titrer. Her şartta; en zor anda bile onu koruyup kollamada müthiş titizdir. Allah rızası için, gerektiğinde hiç düşünmeden kendi nefsini ezip, o kişiyi tercih edecek bir kararlılığı vardır.

Ancak elbetteki bu saygı, insanlar arasına resmiyet ve uzaklık getiren, birbirlerine karşı mesafeli olmalarına neden olan bir saygı şekli değildir. Bu saygıda, kişiler birbirleriyle alabildiğine samimi, yakın ve rahat bir dostluk içindedirler. Ama aynı zamanda da, karşılıklı olarak birbirlerine çok ciddi şekilde değer vermelerinden dolayı, attıkları her adımı, söyledikleri her sözü, gösterdikleri her tavrı düşünerek, ince ince eleyerek, sakınan ve titizlenen bir ahlak içerisindedirler. Dolayısıyla bu saygı anlayışı, insanların sevgideki coşkularını, derinliklerini, yakınlıklarını ve birbirlerine olan güvenlerini artıran bir güzellik şeklindedir.

Diğer yandan düşünülmesi gereken bir konu da şudur: “Bir insana sevginin yanında saygı duyulmazsa ne olur?”

Bu sorunun yanıtı, saygının neden bu kadar önemli ve gerekli olduğunu çok daha iyi açıklar.

Saygı olmazsa, insan karşısındaki kişiyi ne kadar severse sevsin, herhangi bir durum oluştuğunda, kendisini ona tercih etmekten çekinmez.

Kendi gururunu ve itibarını korumak için onu kolaylıkla gözden çıkarabilir. Kendi düşüncelerini, kararlarını, hayata bakış açısını onunkilerden üstte tutar. Kendisi ona inanmaktansa, onun kendisine inanmasını bekler. Kendisi o kişinin fikirlerini kabul etmektense, onun kendi fikirlerini kabul etmesini ister. Kendisi onu haklı çıkarmaktansa, her zaman mutlaka ve öncelikle kendisine haklılık payı verilmesini gerektiğine inanır. Kendisi sabır, hoşgörü, anlayış ve olgunluk göstermektense, her zaman karşı tarafın kendisine tahammül etmesini ister. Her zaman önce kendi rahatının ve isteklerinin önplanda tutulmasını umar. “Nasıl olsa seviyorum ve bu da biliniyor” düşüncesiyle, karşı tarafa ne kadar sıkıntı verirse versin, istediği gibi davranmakta hiçbir sakınca görmez. Kısacası, kendisi o kişiye değer verdiğini tüm tavırlarıyla göstermeye çalışmaktansa, tüm bunları karşı taraftan bekler.

Oysa ki gerçekten de kişiler arasındaki sevgi çok güçlü olsa bile, saygının eksikliği kısa süre içerisinde bu sevgiyi yıpratır. Bu kimseler, sevgiyi yaşayabilecekleri zemini kendi elleriyle yıpratmış ve ortadan kaldırmış olurlar. Bunun sonucunda da insanlar birbirlerine yalnızca tahammül etme gözüyle bakmaya başlar ve zamanla aralarındaki dostluklarını da kaybederler.

Sevgi Allah'ın insanlar için yarattığı, nefsin hem dünyada hem ahirette en çok hoşuna gidecek nimetlerden biridir. Sevgiyi arayan ve bunu en güzel şekliyle yaşamak istelen her insanın, saygının önemini de kavraması gerekir. Saygı olmadan dostluk, arkadaşlık, sırdaşlık, sadakat, güven gibi özelliklerin tam olarak yaşanması mümkün olmaz. Böyle bir sevgi ve saygıyı insanlara kazandırabilecek olan özellik ise, yalnızca ‘iman’dır. Derin Allah sevgisi, Allah korkusu, Kuran ahlakını yaşamadaki kararlılık insanların birbirlerini ‘gerçek bir sevgi ve saygı’ duymalarını sağlar. İman olmadan, insanların birbirlerine gösterecekleri saygı ve sevgi yalnızca fiziksel özelliklerine, maddi imkanlarına ve dünyevi konumlarına bağlı olur. Bunlardan herhangi birindeki eksiklik ise, sevgi ve saygı sanılan duyguların da anında ortadan yok olmasına yol açar. İmandan kaynaklanan sevgi ve saygıda ise, Allah'ın izniyle insanların hayatlarının sonuna kadar sürecek bir nimetin kapısı açılmış olur.

Allah Kuran'da sevgi nimetini iman edenler için yarattığını şöyle bildirmektedir:

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır.(Meryem Suresi, 96)