24 Eylül 2010 Cuma

'Gerçekten ve çok istemek' ile '-olursa iyi olur- tarzında istemek' farklıdır. İnsan gerçekten isterse, -Allah'ın izniyle- tüm zorlukların üstesinden gelir...

İnsan bir şeyi gerçekten tüm samimiyetiyle isterse, o konuda mutlaka bir çıkış yolu bulur. Ama eğer tam olarak istemezse, bu çıkış yolu gözlerinin önünde olsa dahi bunu ya göremez ya da görmezden gelir. İşte bunun bir sebebi, bu kişinin aslında içten içe tüm samimiyetiyle bu çözüm yolunu aramıyor olmasıdır...

Bu, insanın kendini kandırma yöntemlerinden biridir. İnsan bazen kendini, sözde ‘elinden gelen herşeyi yaptığı, her yolu denediğine, ama bir türlü istediği sonuca ulaşamadığına’ inandırır. Oysa ki için için, bu inancının doğru olmadığını bilmektedir. Aslında elinden gelenin tamamını yapmamaktadır. Gerçekten sonuç almak istiyor olsa, tam olarak ne yapması gerektiğini çok iyi bilip uygulayacak imkana sahiptir. Ancak ne varki, daha derinlerde onu caydıran bir sebeple bu bilgiyi gözardı etmektedir.

Bazen de bu gibi insanlar, bir konuyu çözüme kavuşturmayı gerçekten de isterler. Ama içlerindeki çeşitli sebeplerden kaynaklanan öfke, kin ya da haklılık duyguları, bu konuda gereken çabayı gösterebilmelerine engel olur. Öfkeleri ya da kendilerini haklı görmeleri güçlerini kırar. Onlar da konuyu her ne kadar çözüme kavuşturmayı isteler de, bu duyguların esiri olarak gereken çabayı gösteremezler.

İşte bu kişiler, ‘olursa olur, olmazsa olmaz’ mantığındaki insanlardır. Demek ki söz konusu sonuç, böyle bir insana yeteri kadar cazip gelmektedir. Kendinden çok ödün vermeden, nefsini ezmeden, çok fazla emek harcamadan, kendini zora sokmadan bu sonuca ulaşabilecekse, elbetteki bunu herkes gibi o da istemektedir. Ama aksinde, aslında o kadar da gönüllü değildir. İşte bu sebeple de elinden gelen herşeyi yapmıyordur. Yoksa bir insan, gerçekten istemiş olsa, içindeki öfkeyi, kini ya da kendisine engel teşkil eden her türlü duyguyu yenebilecek bir kararlılık gösterebilir ve her türlü engeli aşar.

Bnun yanı sıra bir de ‘gerçekten çok isteyen ve her ne olursa olsun sonuca ulaşmakta kararlı olan’ bir insan karakteri vardır. Bu tür bir insan, istediği sonuca ulaşabilmek için her türlü fedakarlığı göze almaya gözü kapalı şekilde hazırdır. Dolayısıyla bu isteğiyle orantılı olarak, vicdanının kendisine gösterdiği her türlü yolu izler, aklıyla kavrayabildiği, faydalı olabileceğine inandığı her ihtimali dener. Ve bunun sonucunda da Allah, böyle samimiyetle, şevk ve azimle isteyip çaba harcayan bir kimseye mutlaka ‘bir çıkış yolu’ yaratır. Çünkü bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği bir vaadidir:

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır.(Talak Suresi, 2-3)

Pek çok insanın günlük hayatlarında bu ruh halinin yansımalarını görmek mümkündür. Örneğin şarkı söylemekten hoşlanmayan bir insandan şarkı söylenmesi istendiğinde, içinden gelmediği için şarkıyı kötü söyler. Ya da bir kişiden bir yeri temizleyip toplaması istendiğinde, eğer bu işin kendisine bir yük olacağını düşünüyorsa, bu kimse hem çok isteksiz hem de çok baştansavma bir temizlik yapar. Aynı şekilde bir iş yerinde çalışan bir kişi, hoşlanmadığı, yapmak istemediği ya da zor gördüğü bir sorumluluğu, genelde ya hiç yapmamayı ya da üstünkörü yerine getirmeyi tercih eder. Kendisine gerçekten hoşlandığı ve zevk aldığı bir sorumluluk verildiğinde ise, bunu olabilecek en kapsamlı ve mükemmel şekilde yerine getirir. Örneğin bu kişiye, “Şu bölgedeki bütün restorantları, kebapçıları, pizzacıları, hamburgercileri gez, hepsinin menülerini deneyerek lezzetlerini kontrol et” ya da “Şuradaki bütün dinlenme tesislerine git, hepsinde birer süre kal; sonra bize her biri hakkında bir kalite raporu düzenle” gibi nefsinin çok hoşuna gidecek sorumluluklar verildiğini düşünelim. Bu durumda bu kişi kendisine verilen bu görevleri yerine getirmede, her türlü engeli aşacak bir şevk, istek, heyecan ve kararlılık ile işine koyulur. Hiçbir eksik bırakmaksızın, hiçbir detayı atlamaksızın ve önemli olabilecek hiçbir konuyu unutmaksızın bu sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirir. Ama aynı kişiye “Git şu civardaki en fakir, en muhtaç, en sıkıntıdaki insanların ihtiyaçlarını tespit etmek, onların ruh halini analiz etmek ve yaşam şartlarını görmek için bir süre onların mekanlarında onlarla birlikte kal” denmiş olsa, bu kişi içindeki isteksizlikten, şevksizlikten bir türlü kurtulamaz. Diğer görev söz konusu olduğunda elde ettiği şevk ve heyecana kıyasla, bu durumda konuyu sonuçlandırmada çok şevksiz, isteksiz ve beceriksiz bir tavır sergiler.

Bu örneklerin benzerlerine hemen her gün toplumun çeşitli kesimlerinde rastlamak mümkündür. Günlük hayata bu şekilde yansıyan bu ruh hali, insanların kendi kişiliklerini geliştirmelerinde de ortaya çıkar. Bir insanın kötü huylarını, kişiliğindeki eksiklikleri, tavırlarındaki bozuklukları giderip düzeltmesi de yine o kişinin içindeki bu ‘isteğe’ bağlıdır. Bir konuda gerçekten acil ve ehemmiyetli bir ihtiyaç hissediyorsa, aksinde çok canı yanıyorsa, çok zarar gördüğüne inanıyorsa ve kendisini değiştirmeyi can-ı gönülden istiyorsa; Allah'ın izniyle bu kimse bu konuda gerçekten sonuç alır. Ama eksikliklerini çok hayati bir problem olarak görmüyorsa, kötü huylarından dolayı ne kendisinin ne de başkalarının mağdur olduklarına inanmıyorsa ve bunları zararsız özellikler olarak görüyorsa; o zaman bu konuda ne kadar girişimde bulunursa bulunsun, -Allah'ın dilemesi dışında- kalıcı ve belirgin bir sonuç elde edemez.

Sonuç olarak eğer insan gerçekten bir eksikliğinden rahatsızlık duyuyorsa, Allah'ın izniyle o konuyu halletmesi için elinde çok fazla imkan vardır. Allah Kuran'da bu gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:

Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir. (Müzemmil Suresi, 19)

21 Eylül 2010 Salı

Müminin en önemli özelliklerinden biri 'affedebilmesi'dir... 'Affedemeyen' kimseler ise, kalplerindeki öfkenin karanlığına sıkışıp kalan insanlardır...

Allah dünya hayatında insanlar için, çok büyük haz duyacakları çok güzel nimetler yaratmıştır. Ancak insanların büyük çoğunluğu kötü huyları ve gösterdikleri kötü tavırlar nedeniyle bu nimetlerden uzak kalırlar. İşte insanlardaki, bu tahrip edici kötü huylardan biri de‘affedememek’tir. Birçok insan sırf affedebilme olgunluğunu gösteremediği için kendi elleriyle kendini dünya hayatının pek çok güzelliğinden ve nimetinden mahrum bırakır.

İnsanların birbirlerini affedebilmelerine engel olan duygular arasında en etkili olanı kuşkusuz ki ‘kin ve öfke’dir. Özellikle de eğer kişinin bu öfkesinde kendince bir haklılık payı varsa, bu durumda o kimsenin öfkesini yenip karşısındaki kişiyi bağışlayabilmesi çok daha zorlaşır. Bu haklılık ise çoğu zaman, karşı tarafın gerçekten büyük bir hata yapmış olmasından kaynaklanır. “Bana böyle bir şeyi nasıl yapar?”, “Nasıl bu kadar düşüncesiz, bencil, akılsız olabilir?” gibi, karşı tarafın gerçekten bozuk tavırlarına dayanan haklı çıkarımlar, bu kimselerin öfkelerine daha da saplanıp kalmalarına neden olur.

Oysa ki burada gözardı edilen çok önemli bir konu vardır: Elbetteki insan, kusurlu bir varlıktır. Hayatının sonuna kadar hiç hata yapmadan yaşaması mümkün değildir. Allah, pek çok hikmet doğrultusunda insanı hata yapacak şekilde yaratmıştır. Bu nedenle bir insanın, karşısındaki kişiden, bir ömür boyu hiç hata yapmadan irade göstermesini beklemesi çok yanlış bir yaklaşımdır. Dünyanın en mükemmel, en güzel ahlaklı insanı dahi, temelde bir ‘insan’dır. Ve Allah'ın yaratışı gereği mutlaka unutacak, yanılacak, hataya düşecektir.

Ancak bir insan eğer gerçekten iyi niyetli, samimi ve dürüst ise, bu hatasını düzeltip telafi etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Dolayısıyla bir insanı değerlendirirken ölçü bu kişinin hiç hata yapmamasını beklemek ve hata yaptığında onu bir anda hayattan silip atmak değildir. Aksine hata yapabileceğini unutmamak, fakat hata yaptığında da, bunu ne kadar samimiyetle telafi etmeye çalıştığına bakmaktır. Eğer bu konumdaki kişi, işlediği kusuru örtebilmek, bu hatasıyla oluşturduğu tahribatı temizlemek ve karşı tarafa yönelik çok daha iyi şartlar oluşturabilmek için var gücüyle çabalayıp, elinden gelen herşeyi yapıyorsa, bu durumda onu da hiç vakit kaybetmeden hemen affetmek de, güzel ahlakın gereğidir.

Toplumda, içlerinden bir türlü atamadıkları kin ve öfke duyguları yüzünden birbirlerini affedemeyen, sırf bu yüzden en sevdikleri, en yakın olmak istedikleri insanlardan dahi ayrı kalan pek çok insan vardır. Ve sıf affedemedikleri için sevmekten, sevilmekten, birbirleriyle kuracakları güven dolu dostluklardan, yakınlıktan, sırdaşlıktan, sadakatten, vefadan, saygıdan tamamen mahrum kalmış bir hayat yaşamaktadırlar.

Nefis, ‘gurur’ adı altında insanları, birbirlerini affetmekten, alttan almaktan, hoşgörülü ve toleranslı davranmaktan, birbirlerine güvenle yaklaşmaktan, hüsn-ü zan etmekten, güzel gözle bakmaktan, sevgiyle ,merhametle yaklaşmaktan alıkoymaktadır. İnsanlara gururu –sözde- kutsal (Allah'ı tenzih ederiz) ve saygı duyulacak bir vasıf gibi göstererek, onları gururlarından asla taviz vermemeye teşvik etmektedir. Affeden insanın küçüleceğine, akılsız konumuna düşeceğine, yenilgiye uğrayacağına inandırmaktadır. İnsanlar da nefislerinin bu seslerine kulak vererek, gururlarının da desteğiyle içlerindeki kin ve öfke duygularını daha da güçlü ve katı hale getirmektedirler.

Oysa affetmek, kin gütmekten çok daha kolay, çok daha rahatlatıcı, çok daha bereketli ve güzel bir duygudur. İnsan %’de 100 haklı olduğu bir durumda dahi affetme olgunluğunu gösterebildinde, içinde çok derin bir ferahlık, neşe, sevinç ve mutmainlik yaşar. Ona kalbindeki bu güzellikleri yaşatan ise yalnızca Allah'tır. Allah, beğendiği ahlakı gösteren, nefsinin zorlamalarına rağmen iyilikten yana tavır koyan kullarına Kendi Katından bu lütfunu tattırmaktadır. Affetmeyen insan her gün, her saniye, içindeki kin ve öfkenin acısını, ızdırabını, sıkıntısını yaşarken; “Acaba affetse miydim?” diye düşünmenin verdiği manevi azap ve pişmanlık içerisinde kavrulurken; bağışlayabilen insanlar, gösterdikleri bu ahlak ile birlikte sevginin, saygının, dostluğun aydınlığına kavuşurlar.

Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar,affetsinler ve hoşgörsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)

Sözleşmelerini bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever. (Maide Suresi, 13)

19 Eylül 2010 Pazar

Nefislerini eğitmek isteyenler, nefse asla acımamak, destekçi çıkmamak ve yandaş olmamak gerektiğini unutmamalıdırlar...


Nefsin, insanı alt edebilecek, kendine ait bir gücü yoktur. Nefisteki kötülükleri etkisiz hale getirebilmek, inanan ve gerçekten isteyen bir insan için çok kolaydır. Ancak bunun için insanın nefsine kesin olarak hiç acımaması, ondan yana tavır almaması, onu sahiplenmekten ve korumaktan vazgeçmesi gerekir. Nefsini adeta düşmanı gibi karşısına alması, onunla akılcı ve ilmi bir zeminde, kesintisiz bir iradeyle mücadele etmeyi göz alması gerekir.

Böyle bir kararlılık söz konusu olduğunda, Allah'ın izniyle, nefsin bu ahlaktaki bir insana karşı koyabilme gücü kalmaz. Nefis adeta o insanın kölesi haline gelir. O ne derse nefis ancak o kadarını yapabilir. Bunun dışında herhangi bir konuda insana diretmesi, onu kötü olan bir şeye çekebilmesi, yanlış bir tavır göstermeye ikna edebilmesi mümkün olmaz.

Ancak elbetteki insanın nefsine karşı göstereceği bu kararlılığın ‘aralıksız olarak ömür boyu’ olması gerekmektedir. Yoksa sadece birkaç saat, bir iki gün, birkaç ay, ya da belirli seneler boyunca nefse karşı koymak, sonra “Nasıl olsa bu konu halloldu” diyerek, dikkati bu konudan çekmek olmaz. Ya da insanın, “Ben nasıl olsa nefsimi çok iyi terbiye ettim, birkaç saat ya da birkaç gün kendi haline bırakayım ve dinleneyim” gibi yanlış bir mantıkla hareket etmesi de olmaz. İnsan nefsini ne kadar iyi terbiye ederse etsin, nefis ilk fırsat bulduğu anda insana yeniden saldırma ve onu kötülüğe çekme eğilimindedir. Allah nefsin bu özelliğini Kuran'da şöyle bildirmiştir:

"(Yine de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbim'in kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir."(Yusuf Suresi, 53)

Bu nedenle insan sabah kalktığı ve şuurunun açıldığı ilk andan itibaren, tekrar bilinçsiz hale geleceği uyku anına kadar, nefsine karşı tetikte olmak durumundadır. Nefis tek bir saniye imkan bulduğu anda bile, eğer boş bulunacak olursa, kişiye hiç istemediği bir söz söyletebilir ya da aksini elde etmek için çok emek verdiği halde, bir anda onu yanlış bir tavra sürükleyebilir.

Ve nefs insana kendisini çok masum, mazlum ve samimi de gösterebilir. İnsan aklını kullanmayacak olursa, içindeki bu sese kulak verdiğinde, kolaylıkla nefsine acıyıp, onu haklı bulup, onun safına geçecek bir hataya düşebilir. Allah rızası için ona doğru yolu gösteren, nefsini eleştiren kimselere karşı nefsinin avukatlığını üstlenip, her ne olursa olsun onu savunup haklı çıkarma gayreti içerisine girebilir.

İşte bu, insan için büyük bir tehlikedir. Ve bu nedenledir ki Allah insanı Kuran ayetiyle bu tehlikeye karşı uyarmış; nefsin gerçek yapısını kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla insan eğer nefsini haklı bulacak bir tavır içerisine girmişse, bu tehlikeyi görerek hiç vakit kaybetmeden hemen Allah'a sığınmalıdır. Nefsin telkinleri o an için kendisine ne kadar inandırıcı görünürse görünsün, nefsin kendisini sinsice kötülüğe çekmeye çalıştığını unutmamalıdır. Kuran'ın bu konuda kendisine nasıl bir yol gösterdiğine bakmalı ve hemen o yola uymalıdır.

Eğer insan nefsine karşı bu şekilde Allah'tan yana bir tavır koyarsa, Allah nefsinin ona verdiği olumsuz telkinleri bir anda giderir ve o kişinin aklını tam olarak temizler. Nefsin ise böyle bir insana karşı koyacak gücü kalmaz. Artık o kişi, imanıyla, vicdanıyla ve ahlakıyla, nefsini kendisi istediği gibi yönetir.


Abdülkadir Geylani’den nefsi egitmek için tefekkürler


“Genç kardeşim, önce kendi nefsinle ilgilen, ona öğüt ver, sonra başkasına... Kendi nefsin pürüzleriyle meşgül olmaya bak, onu bırakıp da başkasına geçme!

Dikkat et ki ömründen ıslah edilmeye muhtaç birkaç günün kalmıştır; evet, sadece birkaç gün... Kendini bilemiyor, iç alemini anlıyamıyor isen, başkasını kurtaramayacağını bilmelisin... Bu halinle kendini bırakıp başkasına nasıl rehberlik yapabilirsin? Çünkü insanlara ancak kalp gözü (basiret) açık olanlar (hakkı hak olarak bilip ona uyan bahtiyarlar) rehberlik edip yol gösterebilir; ve onları günah ve gaflet denizinden, ancak iyi yüzmesini becerenler kurtarabilir. Diğer bir tabirle, insanları Allah’a ancak Allah’ı bilen kimseler çevirebilir. Allah’ı bilmeyen bedbahtlar bu ulvi işe nasıl delalet edebilir?”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 7, Birinci Vaaz)

...

“Ey Hak yolcusu! Hesaba arzolunmayı nefsine bırakmak suretiyle geciktirme, ahiret gelmeden önce şu dünyada nefis muhasebesi yapmakta acele et...

Genç kardeşim! İmanın zayıflamaya yüz tuttuğu an, nefsinle ve onun bataklık ve pürüzleriyle ciddi bir şekilde meşgul ol!. Ve bu yolda yürürken seni artık çoluk-çocuğun, komşun, akraban, şehirlin ve iklimin meşgul etmesin... Çünkü iç alemin sarsıntı geçiriyor; nefis ile şehvet, iman ve irfana galip gelmiş durumdadır. Önce bunu düzeltmen lazımdır...”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 9, Birinci Vaaz)

...


“Ey Hakk’ın kapısında hizmetçi olan! Nefsi de, onun gayr-i meşru arzularını da terket... Veliler cemaatinin ayaklarının bastığı toprak ol. Cenab-ı Allah diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkarır. Hazret-i İbrahim (A.S.)’ı, küfür üzere bulunan babasından meydana getirmiştir. Mümin diridir, kafir ölüdür. Allah’ı bir bilen (muvahhid) diridir, Allah’a eş-ortak koşan (müşrik) ölüdür.”

(Abdülkadir Geylani, Gönül İncileri İkazlar, Çeviren: Celal Yıldırım, Bahar Yayınları, s. 27, Beşinci Vaaz)

...

18 Eylül 2010 Cumartesi

Sathi ve yüzeysel düşünerek yaşayan insanlar, varlığından dahi haberdar olmadıkları çok büyük nimetlerden ve zevklerden mahrum kaldıklarını biliyorlar mı?...


Allah insana çok muhteşem bir düşünce gücü ve kavrama yeteneği vermiştir. Ancak ne var ki, çoğu insan bu hayati özelliklerini gereği gibi kullanmaz. Aklını, yalnızca hayatını sürdürmesine yetecek kadar kullanmış olmak ve işlerini halledebilecek düzeyde yüzeysel düşünmek bu tür insanlara yeter. Bu hayat şeklinin kendilerine kaybettirdiklerinin ve mahrum kaldıkları güzelliklerin ise farkında değildirler.

Oysa Allah birçok güzelliği derin düşünmenin içine gizlemiştir. Aklını çok iyi kullanan ve çok derin düşünen insanların dünya hayatından aldıkları lezzetler, bu vesileyle elde ettikleri nimetler ve yaşadıkları konfor, düşünmekle kendilerini yormadan, sathi bir akılla yaşayan insanların hayat kalitelerinden çok farklıdır.

Düşünmemek, ilk başta bazı insanlara adeta bir rahatlık ve mevcut bir zorluktan bir kurtuluş gibi gelir. Bu gibi insanlar ne kadar az düşünürlerse, o kadar az yorulacaklarına; kafalarının o derece daha fazla dinleneceğine ve çok daha rahat bir hayat yaşayacaklarına inanırlar.

Halbuki düşünmek, akıl kullanmak ya da kafayı çalıştırmak insanı yormaz; tam aksine insanı açar. Tüm bunlar değil yorgunluk vermek, tam tersine insana enerji veren, hareketlendiren, daha aktif ve canlı hale gelmesini sağlayan nimetlerdir.

Ama bu kimseler bu önemli gerçekten habersizdirler. Genellikle bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştıklarında dahi, başkalarının kendi adlarına düşünüp tedbir almalarını ve sorunlarını onların çözmelerini isterler. Ya da önceden tecrübe edip ezberledikleri çözümleri uygulayarak yine düşünmekten kaçmaya çalışırlar.

Kendilerince, düşünmekle kaybedecekleri vakti, dünya hayatının nimetlerini kullanarak geçirmelerinin çok daha akıllıca bir hareket olduğuna inanırlar. Halbuki dünya hayatının nimetlerinden en mükemmel şekilde istifade edebilmek ancak ‘düşünmekle’ mümkün olur.

Allah dünya hayatındaki her türlü güzelliği insanların kullanımına vermiştir. Ancak kimin hangi nimetten ne kadar zevk alacağını, Allah insanların imanları doğrultusunda ‘akletmelerine’ ve ‘düşünmelerine’ bağlı kılmıştır. Ve bu önemli gerçek, dünyadaki tüm maddi ve manevi nimetler için geçerlidir.

Tüm detaylarıyla tam olarak birbirinin aynısı olan nimetlere sahip iki insanın, bu nimetlerden aldıkları zevkler tümüyle farklıdır.Örneğin bir kişi arabasını, yalnızca kendisini bir yerden diğer bir yere götürmeye yarayan, çevresindeki insanlara gösteriş yapmasını sağlayan ya da yatırım yapmak için para verilen bir araç olarak görür. Aynı şartlar altındaki bir başka insan ise, arabanın kendisine sağladığı her konforu ayrı ayrı düşünerek bunların her birinin varlığından dolayı Allah'a şükreder. Allah bu gibi imkanları yaratmamış olsaydı, çekeceği sıkıntıları ve meydana gelecek gecikmeleri düşünerek Allah'ın bu lütfunun sevincini yaşar.

Bunun gibi bir başka kişi de evinin birbirinden güzel çiçeklerle süslenmiş bahçesini, sadece zengin olmanın getirdiği bir konfor ya da gürültüden uzakta oturup dinlenebileceği sakin bir yer olarak değerlendirir. Aynı bahçeye sahip diğer bir kişi ise, bu bahçenin her santimetrekaresine bakmaktan, her bir çiçeğin kokusunu koklamaktan, yeni tomurcuklanan her bir çiçeği aynı ayrı izlemekten, her geçen gün serpilip büyümelerini görmekten çok derin zevkler alır. Her birinin; hatta her bir yaprağın, her bir dalın dahi varlığı onun için büyük birer heyecan vesilesidir. Bu çiçeklere, ağaçlara ya da onların üzerlerinde hayatlarını sürdüren canlılara baktıkça, Allah'ın sonsuz kudretini, ilmini ve hakimiyetini çok daha iyi kavrayarak, saygıyla Allah'a boyun eğer. Bu nimetlerin her bir detayını kendisine lütfedenin Rabbimiz olduğunu bilmenin sevinci ve heyecanı tüm ruhunu sarar. Allah'ın güzelliğinin bu muhteşem tecellilerini görüp, Allah'ın sonsuz ve kusursuz güzelliğinin ne kadar olağanüstü ve benzersiz olduğunu düşünmenin verdiği huşu dolu hayranlık bütün benliğini kaplar.

İşte aklını kullanarak ve düşünerek tüm bu detayları görebilen bir insanın, böyle bir bahçenin varlığıyla karşılaştığında ruhunda oluşan etki de, kavrayışı oranında detaylı ve derindir. Bahçesini sadece sessiz sakin bir oturma yeri olarak gören ve bu konu hakkında bunun ötesinde kafa yormayan bir kimsenin ise, bir insanın bir bahçeden böylesine bir zevk alabileceğinden dahi haberi yoktur. Onun bu nimetten aldığı tat, son derece sathi, kof ve yüzeyseldir.

Aynı durum dünyadaki her nimet için geçerlidir. Güzel bir insandan, güzel bir manzaradan, benzersiz işlemelerle süslenmiş bir sanat eserinden, güzel bir müzikten, etkileyici bir tasarımdan, sevimli bir hayvandan, yiyeceklerdeki benzersiz tatlardan, göze hitap eden ihtişamlı bir sofradan alınan zevkler, hep bu şekilde insanların ‘düşünme gücü’yle doğru orantılıdır.

Manevi nimetlerde de yine insanlar birbirlerinden çok daha farklı lezzetler alırlar. Sevgiden, saygıdan, vefa ve sadakat duygularından, şefkatten, merhametten, dostluktan, sırdaşlıktan; insanın sevdiği için sabretmesinden, sevdiğinin fedakarlığından, düşkünlüğünden, hoşgörüsünden, tevazusundan, affediciliğinden, dürüstlügünden, kalenderliğinden, karşı tarafı onore etmesinden, desteklemesinden, güvenmesinden duyulan çok derin hisler vardır. Ancak sathi insanlar bu duyguları yalnızca bir alışkanlıkla değerlendirir ve bunların ruhta oluşturduğu derin heyecanın var olduğunu bile farketmezler. Hatta böyle sabırlı, tahammüllü, merhametli, fedakar bir insanla karşılaştıklarında, bu kişinin varlığını, daha bencilce davranabilmek için bir fırsat olarak görürler. Ve sadece, bu kişiyi menfaatleri doğrultusunda en iyi şekilde kullanmaya çalışırlar.

Oysa ki akıllarını kullanan, düşünerek bir insanın sahip olduğu bu özelliklerdeki derinliği, güzelliği ve değeri kavrayabilen insanlar, dostlarında gördükleri bu vasıfların her birini Allah'ın çok büyük bir lütfu olarak görürler. Ve bu özelliklerle her karşılaştıklarında, bu nimetlerin sevinç ve heyecanını yaşarlar.

Eğer burada anlatılan tüm bu gerçeklerden habersiz bir insan bu yazıyı okuyorsa, o zaman bu aşamada mutlaka kendi kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba ben dünyadaki her nimetten olabilecek en fazla zevki alıyor muyum? Yoksa benim haberimin olmadığı lezzet boyutları, hiç yaşamadığım derin duygular, derin zevkler var mıdır? Üzerinden geçip gittiğim ve hayatımda olduğu halde hiç farkına varmadığım güzellikler var mı? Beni adeta bambaşka bir dünyada yaşatabilecek farklı bir bakış açısıyla düşünerek yaşarsam ne kaybederim ya da ne kazanırım? Ya da yüzeysel düşünerek, kendimi yormadan, herşeye sathi bir bakış açısıyla bakarak yaşamak bana şu ana kadar ne kazandırdı? Sahip olduğum nimetlerden hiç tatmadığım zevkler alabileceksem, neden bu bakış açısını kazanmak için çaba harcamayayım?”

İnsanın maddi ya da manevi her türlü nimetten maksimum lezzetleri alabilmesi ancak ‘iman’ ile mümkündür. İman eden kimse, ‘düşünen insan’ demektir. Her an, her yerde, karşılaştığı her konuyu, düşünerek; vicdanını ve aklını kullanarak değerlendirir. Ve her güzelliğin, her nimetin hakkını verebilmek için emek harcar. Allah da iman eden kişinin bu samimi gayretine karşılık, ona hayatının her aşamasından derin hazlar yaşatır. Sevmek, sevilmek, dost olmak, sırdaş olmak, saygı duymak, karşılıklı güven duymak, Allah'ın insanlar için yarattığı güzelliklerden, dünya hayatının küçük büyük her nimetinden istifade etmek, bu gibi insanlar için adeta sonuna ulaşılamayan bir hazine gibi, çok derin tatlarla doludur. İman edenler için Allah'ın ruhta yarattığı bu heyecan ve duygularda yaşanan derinlik, diğer insanların nimetlerden aldıkları teknik zevklerle kıyas dahi edilemeyecek kadar benzersizdir.

Allah’ın Kuran'da ‘dünya hayatına razı olan ve bununla tatmin bulan’ kimseler olarak tanımladığı insanlar ise, imanda gizlenen tüm bu güzelliklerden yüz çevirip, imansızlığın getirdiği soğuk dünyaya, ruhsuz hayata, yüzeysel, kof ve sathi bakış açısıyla yaşamaya razı olmuşlardır.

Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar; (Yunus Suresi, 7)

Oysa Allah bu nimetin kapısını isteyen her insan için sonuna kadar açık bırakmıştır. Dileyen için, Allah'ın sonsuz rahmetini isteyerek, aklını, vicdanını en iyi şekilde kullanan herkes için dünyada benzersiz nimetler vardır. Ahirette ise Allah, bu kullarına, dünyadaki bu lezzetlerle de kıyas olmayacak şekilde sonsuz güzelikler yaşatacaktır. Cennet nimetlerinden alınacak olan hazlar, duyulacak heyecan ve mutluluk, insan aklının kavrayışının çok ötesinde olacaktır.

15 Eylül 2010 Çarşamba

İnsan yaşadığı bir olay karşısında hiçbir zaman için kendini, 'ne yapacağını bilmediğine' inandırmamalıdır. Allah, her insanı, her zaman 'ne yapması gerektiğini bilecek' şekilde yaratmıştır...


Çoğu insan hayatının olağan akışının biraz dışına çıktığında dahi, az da olsa bir duraksama ve bocalama yaşar. Alıştığı hayat şeklinden ve her zaman karşılaştığı olaylardan farklı, yeni bir şeyler tecrübe etmek, bu kişiler üzerinde pek çok açıdan önemli etkiler oluşturur. Bazı insanlar, bu tür olaylar karşısında durumu çok daha hızlı kavrar ve yeni oluşan şartlara hemen adapte olurlar. Akıllarını ve dikkatlerini iyi kullanarak, bu yenilikler karşısında şaşkınlığa kapılmadan ve hiç vakit kaybetmeden harekete geçerler. Durumu iyi analiz ederek, atılması gereken en doğru adımları atmaya ve olabilecek en doğru kararları almaya çalışırlar.

Ancak bazı insanlar da vardır ki, bu kişiler hayatlarında oluşan yeni gelişmeler ve farklılıklar karşısında çok daha tutuk ve donuk tavırlar gösterirler. Bir an önce oluşan duruma uyum sağlamak ve eğer varsa bu durumun olumsuz yönlerini bertaraf edip olumlu kısımlarını benimsemek yerine, uzun bir süre bocalayarak vakit kaybeder ve uyum sağlamakta güçlük çekerler. Bunun yerine geride kalanları kaybetmiş olmanın hüznünü ve huzursuzluğunu yaşarlar. Dikkatlerini yeni hayat şartlarına vererek, bunun içerisinde yeni güzellikler oluşturmak yerine, tüm enerjilerini, geçmişte kalan ve halihazırda artık var olmayan şartlarını ve imkanlarını düşünüp üzülmekle tüketirler.

Bu tür durumlarda insanların genel olarak içerisine düştükleri hatalardan biri de kendilerini, bu yeni oluşan şartlar karşısında ‘ne yapacaklarını bilmediklerine inandırmaları’ olur. Kendilerine sürekli olarak geçmişi, eski alışkanlıklarını ve yitirdikleri bazı nimetleri nasıl unutabileceklerini, yeni hayat şartlarına nasıl adapte olabileceklerini ve herşeye yeniden, en iyi şekilde nasıl başlayabileceklerini bilmediklerini telkin ederler. Çevrelerindeki insanlarla sohbetlerinde de bu yanlış inançlarını sürekli olarak dile getirirler. Ve tüm bunları düşünüp konuşmakla geçen süreç içerisinde aslında ne kadar büyük bir vakit kaybettiklerinin farkına varmazlar.

Elbette ki insanların sevdikleri, alıştıkları, rahat ettikleri imkan ve nimetler içerisinde yaşayabilmeleri çok güzeldir. Ancak Allah dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak, insanların içerisinde bulundukları şartları sürekli olarak değiştirmekte; çok farklı şartlar yaratarak insanların gösterecekleri ahlakı denemektedir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:


Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri Biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah'ın iman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şahidler (veya şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez;

(Yine bu) Allah'ın, iman edenleri arındırması ve inkar edenleri yok etmesi içindir.

Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri (mücadele edenleri) belirtip-ayırt etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırt etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Al-i İmran Suresi, 140-142)


İşte Allah'ın ayetlerde bildirdiği bu sebeplerle insan kimi zaman dünyada çok geniş imkanlara sahip olmakta, kimi zaman da sınanması için bunlarda bir eksilmeyle karşı karşıya kalmaktadır.

Burada yapılması gereken, insanın en başta, ‘başına gelen herşeyi Yüce Rabbimiz'in yarattığını asla unutmamasıdır’. Bir insan iman etmişse, Allah'ı gönülden bir aşkla ve sevgiyle seviyorsa, Allah'ın onun için yarattığı şey, -her nasıl görünürse görünsün- mutlaka o kişinin lehinedir. Allah mutlaka o kişinin imanının, Allah'a olan yakınlığının daha da artması, daha iyi ve daha mutlu olması, daha çok nimete kavuşması ve sonsuz kurtuluşunu kazanması için bunları yaratmaktadır. İşte bu, hayatında eksiklikler oluşan bir insanın, hiçbir zaman için unutmaması gereken bir gerçektir.

Bu şuurla hareket eden bir insanın atması gereken ikinci adım ise, ‘geçmişi analiz edip, kaybettiklerine ya da oluşan değişikliklere üzülmenin Kuran ahlakına uygun olmayan bir ahlak olduğunu kavraması’dır. Üzülmek, Allah'ın Kuran'da haram kıldığı bir tavır bozukluğudur. Ayrıca üzülmek insana hiçbir şey kazandırmayan; aksine hem fiziksel hem de manevi açıdan yıpratan çok büyük akılsızlık ve önemli bir vakit kaybıdır. Dolayısıyla böyle bir durumda insanın geçmişi düşünmesi ancak Allah'ı anmak, şükretmek, tevbe etmek, tefekkür etmek, ibret almak gibi Kuran ahlakının gereklilikleri için söz konusu olabilir. Bunların dışında mümin için, geçmişle zaman tüketmek yerine, mevcut durumu değerlendirip hemen bunları hayra dönüştürmesi esastır.

Mümin, hayatında meydana gelen değişikliklere Kuran gözüyle bakar. Eğer birtakım eksiklikler oluşmuşsa, hemen bunları hasıl telafi edebileceğini düşünür. Telafisi mümkün olmayan bir durum söz konusuysa, o zaman bu şartlara nasıl uyum sağlayabileceğini tespit eder.Oluşan bu durumun hayırla yaratıldığını bilmesi, bu konuda çok samimi düşünebilmesini ve samimi kararlar alabilmesini sağlar. Örneğin bazen insanın hayatında sadece belirli nimetler eksilir. Kişinin maddi geliri azalır ve sevdiği, alıştığı yaşam koşulları değişir. Her zaman yediği yemeklerin kalitesi düşer; imkanları ancak çok daha mütevazi besinlere yeter. Ya da her zaman kullandığı lüks arabası artık olmadığı için, gideceği yere 2-3 vesayetle, çok daha uzun vakitte ve çok daha zor şartlar altında gitmek zorunda kalır. Ancak elbetteki tüm bunlar, insanın hayatının bir başka aşamasında kolaylıkla değişme ihtimali olan şartlardır. İnsan sabeplere sarılır, çok çalışır, iktisatlı davranır ve Allah dilerse o kişiyi tekrar eski imkanlarına kavuşturabilir.

Ancak bazen de insanın hayatında, dünya şartlarında telafisi mümkün olmayan bazı değişiklikler olur. Sözgelimi, tüm yüzü ya da bedeni bir yangında yanan bir kişi, bir anda sahip olduğu tüm güzellikten mahrum kalır. Ya da bir insan bir trafik kazasında bir kolunu ya da bacağını kaybedebilir. Bu tarz durumlarda pek çok insan, neredeyse hayatının geri kalan bölümünü bu olaya üzülmekle geçirir. Bir an önce içerisinde bulunduğu şartları kabul edip, bunlardaki hayırları, güzellikleri görerek, Allah'a şükrederek bunlardan yeni güzellikler oluşturmaktansa, aylarca, yıllarca yaşadıkları bu olayın şaşkınlığı içerisinde duraksarlar.

Bazen de bir insan, hayatının bir bölümünde hiç yapmaması gereken büyük bir hataya düşer. Hatasını fark ettikten sonra ise, neredeyse her anını bu hatanın pişmanlığını yaşayarak tüketir. Harekete geçmek, hatasını telafi etmenin yollarını aramak, bulduğu bu çözüm yollarını ısrarla denemek yerine, atıl bir şekilde hayatını kendine kızarak ve üzülerek geçirmeye başlar.

Oysa ki insanın içerisinde bulunduğu durum, bu örneklerin hangisi gibi olursa olsun, eğer bu şartlarla karşılaşan kişi bir müminse, onun için her zaman bir çıkış yolu vardır. Müslüman için çözüm yolu sonuna kadar açıktır. İnsanın, her ne şartlar altında olursa olsun, ‘ne yapacağını bilmediğine’ kendini inandırması da bir kaçış yolu değildir. Çünkü bu mümkün değildir. Allah her insan için, her şartta her zaman bir kurtuluş yolu yaratmıştır.

Kuran'da insanlara bu konuyu hatırlatan çok fazla ayet vardır. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:

Gerçek şu ki kulluk eden bir topluluk için bunda (Kur'an'da) 'açık bir mesaj' (veya gerçek bir çıkış yolu) vardır. (Enbiya Suresi, 106)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir;

Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)

... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)


Önemli olan insanın, her zaman herkes için mutlaka ‘kesin bir çıkış yolu olduğuna’inanması ve Allah'a güvenerek harekete geçmesidir. Allah her insanı,‘her zaman ne yapması gerektiğini bilecek şekilde’ yaratmıştır. Elbetteki insanın tecrübe ya da bilgi eksiklikleri olabilir. Ya da kendisinden daha iyi bilenlere danışması, fikir alması, yol ve yöntem öğrenmesi gerekebilir. Ancak Allah her insanın içinde, ona her zaman doğruyu söylemekle ve ona her zaman yol göstermekle görevli olan ‘vicdanı’ yaratmıştır. Dolayısıyla insan, hayatındaki değişiklikler karşısında bocalamak, duraklamak ya da alışmaya çalışarak vakit kaybetmek zorunda değildir. Bunlar, her insanın mutlaka yaşaması gereken bir sürecin parçaları da değildir. Bu tavırlar, insanların Allah'a sığınmamaları, Kuran ahlakını yaşamamaları dolayısıyla içerisine düştükleri sıkıntılardır. Yoksa insan, fiziksel açıdan da manevi açıdan da, dünyanın en büyük kayıplarına uğramış da olsa; Allah'a güvenip, hayır gözüyle bakıp şükrederek, içerisinde bulunduğu şartlarda olabilecek en güzel ahlakı gösterebilme imkanına sahiptir. Ve ne yapması gerektiğini daha ilk anda bilebilecek bir şuura sahiptir. Vicdanını ve aklını kullandığı takdirde Allah ona herşeyin en güzelini ve en doğrusunu ilham edecek; ona izlemesi gereken yolları gösterecek ve onu mutlaka başarılı kılacaktır. Vicdanına uyan insan da Allah'ın izniyle, en zor koşullar altında dahi elindeki nimetlerle sevinmeyi ve bunları yeni yeni hayırlara dönüştürmeyi bilecektir.


Hayır; insan, kendi nefsine karşı bir basirettir.

Kendi mazeretlerini ortaya atsa bile. (Kıyamet Suresi, 14-15)

Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).

Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. (Şems Suresi, 8-9)

8 Eylül 2010 Çarşamba

Kasten yapmamak önemli bir mazerettir; böyle bir durumda kızgınlığa kapılmak değil, hoşgörüyle yaklaşmak esastır...

İnsanların çoğu çevrelerindeki kişilerde bir hata ya da eksiklik gördükleri zaman, refleks olarak önce kızgınlık hissine kapılma eğilimindedirler. Genellikle bu gibi durumlarda, önce konunun detaylarını araştırmaktansa, hiç soruşturmadan karşı tarafı haksız bulurlar. Henüz çocuk yaşta bir insan bile, istemeden bir tabak ya da bardak kırdığında, büyükleri, suçu hemen çocukta bulup onu azarlamaya yeltenirler. Yetişkin biri bir hata yaptığında ise, bu kişiye kızma konusunda kendilerini alabildiğine haklı görürler.

Oysa ki hata yapan kişinin içerisinde bulunduğu şartlar öğrenildiğinde, çoğu zaman bu tavrın altında bir kasıt olmadığı ortaya çıkar. Ve tavrı her ne kadar yanlış olursa olsun, bir kişinin yaptığı hatada kasıt gözetmemiş olması ise, ona karşı kızgınlık duyulmaması için çok geçerli ve önemli bir sebeptir.

Elbetteki hatalar hatırlatılmalı, düzeltilmeye, telafi edilmeye çalışılmalıdır. Eğer bu hata, kişinin bir ihmalkarlığından, düşüncesizliğinden, irade göstermemesinden, sorumsuzca davranmasından ya da umursamamasından kaynaklanıyorsa, bir daha tekrarlanmaması için bu konuda gereken her türlü tedbir de alınmalıdır. Ancak şu önemli gerçek hiçbir zaman için unutulmamalıdır:

- Öncelikle bir insana hata yaptıran Allah'tır. Allah dilediği için o kişi yanlış bir tavır gösterir. O insan, o anda yalnızca kaderinde kendisi için takdir edilene uymaktadır. Dolayısıyla bu, her kim olursa olsun, hata karşısında kızgınlık duyulmaması için yeterli bir sebeptir.

- Bunun yanı sıra, Allah insanı, ‘hata yapacak bir varlık’ olarak yaratmıştır. Bunun aksi bir beklenti içerisinde olmak çok yanlış olur. Elbetteki her insan hayatı içerisinde küçük ya da büyük mutlaka pek çok hata yapacaktır. İnsan ne kadar tedbir alsa da, ne kadar irade kullansa da, Allah'ın takdir ettiği bu gerçeğin önüne asla geçemez. Dolayısıyla bu da, hata yapan bir insana kızgınlık duyulmasını ortadan kaldıracak ikinci bir önemli sebeptir.

- Ayrıca, bir başkasında hata gördüğünde buna karşı kızmaya hazırlanan insan, kendisinin de sık sık hata yaptığını unutmamalıdır. Onun hataları da başkalarında çeşitli rahatsızlıklar oluşturmaktadır. Ancak insan hiçbir zaman için kendisine karşı kızgınlık duyulmasını istemez. Öyleyse bu insan, kendisine yapılmasını istemediği, kendi canını yakan, kendini rahatsız eden bir şeyi, başka hiçkimseye de yapmamalıdır. Kendisi bu tarz bir durumda iken nasıl ki mazeretleri olduğunu düşünüyor ve çevresinden kendisine şefkatle, sevgiyle ve anlayışla yaklaşılmasını bekliyorsa, o da herkese aynı hoşgörü ile bakmak durumundadır.

- Bir de Allah insana, ‘affediciliği, bağışlamayı, hoşgörülü olmayı, şefkat ve merhametten ayrılmamayı’ emretmiştir. Demek ki hayat içerisinde insanın karşısına bu ahlakı göstermesi gereken insanlar ve durumlar çıkacaktır. Eğer insanın çevresindeki tüm insanlar mükemmel ve kusursuz olacak olsaydı, insanın bu ahlak özelliklerini göstermek gibi bir sorumluluğu da olmazdı. Ancak Allah insanları kusurlu yaratmış ve birbirlerine karşı bu ahlakı göstererek birbirlerinin bu kusurlarını telafi etmelerini emretmiştir.

Buraya kadar sayılanlar, hata yapan bir insana gösterilmesi gereken bakış açısının özellikleridir. Bir de ‘hata yapan, ancak bunda hiçbir kasıt ya da kötü niyet gözetmeyen’ bir insanı değerlendirirken unutulmaması gereken gerçekler vardır.

Yanlış bir tavrı, yanlış olduğunu bile bile, kasten ve özellikle yapmak, Kuran ahlakıyla asla bağdaşmayacak ve Allah'ın beğenmediğini bildirdiği bir ahlaktır. Eğer bir insan, vicdanı kendisine doğruyu göstermesine rağmen, şuurlu bir şekilde kötülükten yana bir karar alıyorsa, bu en başta Allah Katında bu kişiye çok büyük bir sorumluluk yükleyecek bir tavırdır. Bu tür bir durumda insanlar bu kişiye karşı kızgınlık duymasalar da, Allah bu ahlakın karşılığını ona zaten verecektir. Ancak elbetteki müminler de, Allah'ın beğenmediği bir tavra karşı ‘Kurani bir buğz hissi’ duyarlar ki, bu da zaten onların imanlarının ve Kuran ahlakını yaşadıklarının bir göstergesidir.


- Ancak eğer bir insan kasıt gözetmeden; düşünemediği, akledemediği ya da unuttuğu için, tecrübesizliğinden, bilgisizliğinden ya da yanlış anlamış olmasından dolayı bir hata yapıyorsa, bu durumda bu kişiye karşı gösterilmesi gereken tavır, ‘şefkatle, merhametle, güzel ahlakla doğruyu göstermek’ olmalıdır.

- Ayrıca eğer bir insan hata yapıyorsa, ama bu durumunu açıklayabileceği mazeretleri varsa, bunları öğrenmeden, bu kişiyi hiç dinlemeden, hakkında peşin bir hüküm vermek ve kızgınlığa kapılmak da çok yanlıştır. Öne süreceği mazeretler, gerçekten bu kişinin hatasını mazur gösterecek sebepler içerebilir. Böyle bir durumda insanın, sırf nefsinin bu yönde teşvik etmesinden dolayı bu kişiye karşı kalbinde bir öfke duyması, Kuran ahlakına uygun değildir.

- Bunların yanında insan, karşısındaki kişinin ancak sözlerine göre bir kanaat edinebilir. Ancak elbetteki, kalbinde gerçekten bir kasıt olup olmadığını bilemez. İşte insan bu noktada da yine Kuran ahlakıyla düşünmek ve ‘hüsn-ü zan etmek’ durumundadır. Çünkü mümin için, karşı tarafın ‘sözü ve tavrı’ esastır. İnsanların kalplerinde olanı yalnızca Allah bilebilir. Bu nedenle eğer mümin, karşısındaki kişinin hatasına karşı öne sürdüğü mazeretlerde samimiyet ve haklılık görüyorsa, ona mutlaka itimad etmelidir.

Tüm bunların sonucunda gerçekten kasten yapılmadığına kanaat getirilen bir hata olduğunda ise, bu duruma affedicilikle, anlayışla, merhametle yaklaşılmalıdır. Mümin,b öyle bir duruma karşı kızgınlık duymaktan Allah'a sığınmalıdır.

Ancak elbetteki her hata gibi, kasten yapılmayan yanlış bir tavrın da oluşturacağı maddi manevi çeşitli zararlar söz konusudur. İşte müminin böyle bir durumda dikkatini asıl yoğunlaştırması gereken, konunun bu kısmı olmalıdır. Eğer bir kişi kasıt gözetmeden de olsa, istemeden çevresine zarar verebilecek şartlara yol açıyorsa, bu durumda müminin göstermesi gereken en akılcı tavır ‘tedbir almak’ olacaktır. Bu kişinin ‘düşünememesi, akledememesi, unutması, yanlış anlaması’ gibi durumların bir daha oluşmaması için, gereken tüm önlemler uygulanmalıdır. Eğer buna rağmen bu kimse, bu eksikliğini telafi edemiyorsa ve tekrar tekrar unutabilecek, düşünemeyecek, yanlış anlayabilecek bir karakter gösteriyorsa, bu durumda oluşabilecek tahribatın önlenmesi için, elbetteki bu kişiye karşı çok daha temkinli davranılması gerekebilir. Ancak bu temkinin sebebi öfke değil, yalnızca ‘Allah rızası’dır. Mümin, bu kişinin yaptığı hatalarla çevresine zarar vermesi önleyebilmek için ona karşı -Allah rızası için- temkinli ve tedbirli davranır. Ancak bu, hiçbir zaman için kızgınlık dolu bir yaklaşım değildir. Müslüman, istemeden hataya düşen bir insanın acizliğini görmekten dolayı, ona karşı şefkat ve koruma duygularıyla yaklaşır.

Bir yandan şefkat duymak, bir yandan da tedbir alarak zararı engellemek, mümin için Kurani bir yükümlülüktür. Ve mümin bu ahlakı, hayatının her anında gösterdiği tüm tavırlar gibi, bir ibadet olarak yerine getirir.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Paylaşım siteleri Allah'a hizmet edecek şekilde kullanılmalı, gaflete hizmet edecek şekilde kullanılmamalı

Facebook hayra hizmet etmeli

Teknolojinin gelişmesiyle ve insanların yeni buluşlarda bulunmalarıyla birlikte her toplumda dönem dönem çeşitli yenilikler yaşanır. Nasıl ki geçmişte televizyon, internet ya da cep telefonları gibi araçların insan yaşamına katılmasıyla toplumlarda çeşitli değişiklikler yaşandıysa, günümüzde de küçük ya da büyük her yenilik, insanların hayatlarına büyük farklılıklar getirmektedir.

İşte son yıllarda insanların tanıştığı bu yeniliklerden biri de internet kullanıcıları arasında kendine geniş yer bulan ‘Facebook’ tur. Dünyanın dört bir yanından, çok geniş bir kitle Facebook kullanmaktadır. Ancak her insanın, kendisini tanıtabilme, ifade edebilme ve bu şekilde çevre edinebilme imkanı bulduğu Facebook’u kullanma amacı farklıdır.

Bunun yanı sıra, Facebook kullanan insanların her biri, birbirinden çok farklı ve çok çeşitli kültürlere sahiptir. Kuzey Avrupa’nın bir köşesindeki bir kasabadaki bir insan, buraya kendi kasabasının kültürünü taşırken; Çin’de yaşayan farklı inançtaki, farklı eğitim almış, farklı zevklere sahip bir insan da, aynı şekilde kendi kültürünü buraya yansıtmaktadır. Saygıyı, sevgiyi çok iyi bilen bir insan da burada kendisine çevre edinmekte; bu erdemlerden bihaber olan bir insan da bu sayfalarda kendisine bir yer bulmaktadır. İnsanlara hiç değer vermeyen, sadece çıkar ilişkilerine inanan bir insan da burada arkadaş edinmekte; derin vicdan sahibi, çok güzel ahlaklı bir insan da aynı şartlarda kişiliğini ortaya koymaktadır. Darwinist ve ateist bir insan da burada sesini duyurmakta, yalnızca Allah'ın rızası için yaşayan iman sahibi bir kişi de aynı ortamda kendisini tanıtabilmektedir.

Elbetteki interneti ya da Facebook sayfalarını kullanan insanların amaç ve kültür çeşitliliğini burada kısa bir yazı içerisine sığdırabilmek mümkün değildir. Bu konuyu ele almaktaki amaç da zaten bu değil, asıl olarak Müslümanların bu kültür içerisinde nasıl bir tavır içerisinde olmaları gerektiğidir.

İnternet, Allah'ın Ahir Zaman'da inananlar için yarattığı çok büyük bir nimettir. İnsanları saniyeler içerisinde istedikleri her konuda, en doğru bilgilere ulaştırabilen bir vesiledir. Yine saniyeler içerisinde, internet yoluyla aynı anda milyonlarca insanla diyalog kurabilme imkanı da vardır. Kuşkusuz ki bu, Allah'ın beğendiği ahlakı insanlara anlatmayı ve tüm dünya insanlarının Allah'a iman etmesini gönülden isteyen Müslümanlar için çok önemli bir araçtır.

Ancak bir yandan da, internet imkanı olan pek çok insanın, en verimli saatlerini bilgisayar başında amaçsızca internette dolaşarak geçirebildiği de bilinen bir gerçektir. Ayrıca internetteki konu, bilgi ve imkan çeşitliliği de insanları kolaylıkla bu duruma sürükleyebilmektedir. Bir kişi, sadece tek bir konuda bilgi edinmek için girdiği bir internet sayfasında, rahatlıkla amacından uzaklaşabilmekte ve dikkatini çeken yan konulara dalarak saatlerce vakit kaybedebilmektedir.

İşte Facebook sayfaları da, aynı şekilde insanları kolaylıkla saatlerce bilgisayar başına kitleyip vakit çalabilen bir araçtır. Kimi insanlar arkadaşlarına ulaşabilmek, kimileri yeni çevreler edinebilmek, kimileri de yeni iş imkanları bulabilmek amacıyla günlerinin büyük bölümünü bu sayfalarda dolaşarak geçirmektedirler. Ve pek çok insan, bu esnada internet ya da Facebook kültürüne kendini kaptırabilmekte; kendi karakterinden uzaklaşarak; buradaki, topluca yaşanan üsluba ve karaktere uyum sağlamaktadır.

Oysa ki her nimet gibi, internetin de, Facebook’un da, Allah'ın rızasına uygun şekilde kullanılması esastır.Bir mümin, her zaman için elindeki imkanları kendi aklını ve vicdanını esas alarak değerlendirir. Bu imkanların kendisini yönlendirip sürüklemesine izin vermez. Örneğin bir Müslüman yemek yiyecekse, kendini kaptırıp, yararlı ya da zararlı diye ayırt etmeden, sağlığına zarar verecek yiyecekleri tüketerek, yemeğin esiri haline gelmez. Güzel giyinmek uğruna, bütün parasını hesapsızca giysiye harcayıp, diğer ihtiyaçlarını karşılayamayacak şekilde bir mağduriyet oluşturmaz.

İşte bunun gibi, interneti ya da Facebook’u kullanırken de, müminin ölçüsü ‘Allah'ın rızasına en uygun tavrı gösterebilmek’tir.Müslüman, internetin ya da Facebook’un kendisini esir etmesine izin vermez. İnternet başında, Facebook sayfalarında ne kadar vakit geçireceğine ve bu süre içerisinde hangi amaç doğrultusunda neler yapacağına aklını ve vicdanını kullanarak karar verir. Saatlerin nasıl geçtiğini dahi fark etmeyecek şekilde, şuursuzca ve amacından uzaklaşarak Facebook kültürüne kendisini kaptırmaz. İnternet dışındaki dış dünyayla adeta bağlantısını kesmiş bir şekilde, etrafındaki insanlarla olan diyaloğunu kopartarak, çevresinden ona yöneltilen taleplere karşı tepkisiz ve ilgisiz kalarak, tüm dikkatini bilgisayar ekranındaki Facebook dünyasına vermez.

Bir insan, interneti ya da Facebook’u kullanarak, kendince fayda sağlayacak çalışmalar yapmayı hedefliyor olabilir. Ancak mümin, aynı anda Kuran ahlakını her yönüyle yaşamakla sorumludur.

Dolayısıyla kişinin, bir yönden bir güzellik yapayım derken, bu sırada diğer pek çok güzel ahlak özelliğinden soyutlanması elbetteki hatalı bir tavırdır.Mümin bilgisayar başında olduğunda da, hayatının her anında olduğu gibi, çevresinden kopmadan, beraberindeki insanlara karşı olabilecek en duyarlı ve en güzel ahlakı gösterebilmelidir.

Müslüman, Facebook ya da benzeri imkanları kullanırken, hayatının her anında olduğu gibi çok şuurlu olmakla sorumludur.Sokakta bir yerde bir işini hallederken, biriyle telefonda konuşurken, televizyon seyrederken, gazete ya da dergi okurken, biriyle bir konuda sohbet ederken mümin her saniyesinin, her tavrının, her sözünün Allah'ın rızasına uygun olup olmadığını, her an düşünerek hareket eder. İşte internette bir faaliyet yaparken de aynı şekilde, bu şuur açıklığı içinde olmalıdır.

Mümin bu şekilde kendisini çok iyi kontrol edebildiği gibi, çevresine de aynı yönde faydalı olan insan olmalıdır. İnternet ortamındaki ya da Facebook kullanan insanlar onu kendi kültürüne sürükleyemediği gibi, mümin kişiliğiyle, ahlakıyla, aklıyla, vicdanıyla başkalarına da örnek olarak onları kendi çizgisine çekmelidir. Kendisine internet kültürüyle yaklaşan bir insana, bunun tam aksine ‘samimiyet kültürü’yle karşılık vermelidir. İnsanları dinsizliğe çeken cahiliye üsluplarına, Kuran ahlakının temizliğiyle karşılık vermelidir. Kendisini boş sözlerle, boş diyaloglarla oyalanmaya çağıran anlayışa, hikmetle ve akılcılıkla karşılık vermelidir. Bu ahlak gösterildiğinde, inşaAllah bu kişinin çevresindeki insanlar da yanlış olan kültürü uygulamaktan vazgeçecek ve bu kişinin gösterdiği ‘samimiyet kültürü’ne uyum göstereceklerdir.

Ayrıca mümin, gerçekten fayda verecek bir faaliyetle, hikmetsiz ve amacından uzaklaşmış, oyalayıcı ve istenen sonucu vermeyecek faaliyetler arasındaki farkı da ayırt edebilmelidir.Bir konu ilk bakışta insana gerçekten faydalı görünebilir ve kişi bu niyetle, bu yöne yönelebilir. Ancak ikinci bir kez, daha akılcı düşünüldüğünde, insan karşısında bundan daha faydalı olabilecek yollar da olduğunu görür. Örneğin bir insan bir yöntem ile, saatler boyu emek vererek, ancak on-yirmi kişiye ulaşabilecekten; bir başka yöntem ile, bir-iki saat içerisinde onbinlerce kişiye hitap edebilecekse, elbetteki ikincisini tercih etmelidir. İşte internette ya da Facebook’ta da insanın bu gerçeği de göz önünde bulundurması çok önemlidir. Mümin hem aciliyetli olanı tespit edebilmeli, hem de daha akılcı ve hikmetli olanı seçebilecek iradeyi gösterebilmelidir.

1 Eylül 2010 Çarşamba

İnsanın dikkatini, dünya hayatındaki beklentilerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine değil, sonsuz hayatında bunları kazanabilecek bir ahlakta olup olmadığına vermesi gerekir...

Her insanın dünya hayatında olmasını çok fazla istediği olaylar vardır. Kimi için bu olayların gerçekleşmesi çok yakın, imkanları da bu durumun oluşması için çok uygundur. Kimi insanların çok büyük bir istekle arzuladıkları olayların gerçekleşmesi ise, -Allah'ın dilemesi dışında- çok zor görünmektedir. Bu kişilerin ellerindeki maddi manevi imkanlar ve içerisinde bulundukları şartlar, beklentileri için gereken özellikleri içermemektedir. Örneğin yaşlı bir insan her ne kadar geri dönüp genç yaşında birşeyler yaşayabilmeyi arzu etse de, -Allah'ın adetullahı gereği- dünya hayatında bu -Allah bir mucize yaratmadığı sürece- mümkün değildir. Ancak ne var ki, imkanları, isteklerinin gerçekleşmesi için çok uygun olan insanlar da, olmayanlar da, aynı derin tutkuyla hayallerinin gerçekleşmesini isterler.

Fakat insanın dünya hayatında istediği her şey en mükemmel şekilde gerçek olsa da, hayatının sonuna kadar hiç gerçekleşmese de, insanların hiç unutmamaları ve çok iyi düşünmeleri gereken bir hakikat vardır:

Tüm istediklerini elde edenler de, hiçbirini elde edemeyenler de, bu dünyada çok kısa bir süre yaşayabileceklerdir...
Dünya hayatı bir göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve insanların elde ettikleri mutluluklar da hızla tükenip bitecektir...

Bu nedenle insanın tüm dikkatini sadece isteklerinin gerçekleşip gerçekleşmemesine değil, sonsuz ahiret hayatını kazanabilecek bir ahlakta olup olmadığına vermesi gerekir. Çünkü bir insanın tüm istekleri, tam hayal ettiği şekilde kusursuzca gerçekleşse bile, bundan alacağı mutluluk, olsa olsa birkaç on seneyi aşmayacaktır. Sonunda mutlaka bu nimetler elinden gidecek, ölümle birlikte sahip olduğu herşey geride kalacaktır. Arzu ettiği tüm güzellikleri asıl olarak ahirette elde etmeyi hedefleyen bir insan ise, bu mutluluğu sonsuz anlar boyunca dilediği kadar yaşayabilecektir.

Büyük İslam alimi İmam Gazali, bu konuda insanlara şöyle bir hatırlatmada bulunmuştur:

“... Dünyadaki hükümdarların rütbeleri onların sahip oldukları makamların yanında küçük ve sönük kalır, onlarla kıyas bile edilemez! Ahiret sultanlığı hakkında Cenab-ı Hakk şöyle buyurur: "Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk (saltanat) görürsün." (İnsan Suresi, 20)

Cenab-ı Hakk'ın büyük bir saltanat dediği ahiret mülkünü sen de yüce tut! Sen de çok iyi biliyorsun ki dünya ve içindekiler çok az ve değersiz şeylerdir. Hayat kısa, dünyadaki nimetlerin devamı kısa ve çok azıcık bir süredir. Sonra bizler kalkıyoruz bu azın azını elde etmek ve azıcık bir süre onunla birlikte olmak için canımızı ve malımızı seferber ediyoruz. Bir kısmımız bunu elde ediyor, bir kısmı elde edemiyor elde edenlere imreniyor. Onu elde etmek için canını ve malını tehlikeye attığına hiç bakmıyorlar.” (İmam Gazali, Cennete Doğru, (Yedi Geçit), Minhacü'l-Abidin, sf. 319)

“... Şunu bilmelisin: Bu dünya asla baki değildir. Ya sen onu terk edeceksin, ya da o seni terk edecek! Hasan (r.a.) der ki: "Dünya nimetleri devam etse de senin hayatın bir gün sona erecek. O halde dünya hayatı peşinde koşmanın ve çok değerli ömrünü onun peşinde harcamanın ne anlamı var?"”(İmam Gazali, Cennete Doğru, (Yedi Geçit), Minhacü'l-Abidin, sf. 145)

İnsanın kısa bir an için bu gerçeği düşünmesi ve bu kıyası yapması çok önemlidir. Kendi kendine bir karar vermeli; sadece dünyadaki güzellikleri elde etmeye kitlenmenin insana hiçbir faydası olmayacağını görmelidir. Allah dilerse insana dünyada da nimet verebilir ve bu bir insan için çok büyük bir lütuf olur. Ama insanın bunu ‘olmazsa olmaz’ bir hedef haline getirerek, tüm huzuru, mutluluğu, neşesi, sevinci için bunu adeta şart koşması çok büyük bir gaflet ve hatadır. Yapılması gereken, insanın arzu ettiği tüm güzellikleri Allah'tan dünyada ve ahirette kendisine lütfetmesini dilemesi; ancak takdiri Rabbimiz'e bırakarak kendisine verilenlerle mutlu olmasıdır. Ancak önemli olan bu mutluluğu da, sadece yüzeysel bir mutluluk olarak değil, sonsuz hayatında Allah'ın kendisine tüm dilediklerini verebileceği umudunun, samimi mutluluğu olarak yaşamasıdır.

Fakat şu da unutulmamalıdır ki, elbetteki insanın ahireti yalnızca sonsuz yaşayabilmek ve orada her istediğini sonsuza kadar elde edebilmek için istemesi, ona hiçbir şey kazandırmayacaktır. İnsanın asıl hedefi ,Rabbimiz'in sevgisini istemek, O’nun dostluğunu kazanmaya çalışmak ve sonsuza kadar Allah'ın hoşnut olduğu kimselerden olarak yaşayabilmek olmalıdır. Allah’a karşı böylesine güçlü bir sevgisi olan bir insana, Allah nimetini sınırsızca lütfedecektir. Ama Allah sevgisi olmadan ve Allah sevgisi kişinin asıl hedefi olmadan, böyle bir sonuç oluşması mümkün değildir.

İmam Gazali, Allah'ın rızası ve sevgisinin ne kadar kıymetli olduğunu ve Allah'ın rızasını tercih eden bir kişinin ne kadar büyük mükafatlara layık görüleceğini şöyle bir örnekle anlatmıştır:

Bir kimsenin çok kıymetli ve nefis bir mücevheri olduğunu düşünelim. Bunu yüklü bir bedel karşılığında satması mümkün iken götürüp birkaç kuruşa satsa; bu davranış o kişi için büyük bir zarar ve muazzam bir aldanma olmaz mı? Aynı zamanda bu davranış himmetinin (emeğinin) düşüklüğüne, görüşünün zayıflığına ve aklının kıt olduğuna delalet etmez mi?

İşte bir kulun alemlerin Rabbinden alacağı rıza, mükafat, övgü ve sevap ile yetinmeyerek bunun yanında insanlardan elde edeceği övgü ve dünyalıklar, milyonlara hatta dünya ve içindekilerden daha fazlasına nisbetle bir kuruş kadar bile değer ifade etmez. O halde, şu değersiz dünyalıklar karşılığında Allah Teala'nın Yüce ve değerli ikramlarını kaybetmek apaçık bir aldanış değil midir?

Eğer bu değersiz dünyalıklar sana mutlaka gerekli ise, sen yine de ahirete yönel; göreceksin ki dünya da peşinden gelecektir. Sen sadece Rabbinin rızasını talep et, o da iki cihanın da sahibi olan Yüce Zat'tır.

Resullullah (s.a.v.) da şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki Allah Teala ahirete ait bir amel karşılığında dünyalık verir; fakat dünyalık bir amel karşılığında ahireti vermez!"
(Suyuti, Münavi)

Öyleyse amelleri halis niyetle sırf Allah rızası için yapan ve himmetini (emeğini) ahireti kazanmak için sarf eden kimse hem dünyasını ve hem de ahiretini mamur etmiş (kalkındırmış) olur. Eğer dünyaya yönelirse ahiretini kaybettiği gibi, belki de arzu ettiği dünyalıklara da nail olamaz (sahip olamaz). Nail olsa (sahip olsa) bile o dünyalıklar elinde baki kalmaz. Sonunda hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan olur. (İmam Gazali, Cennete Doğru (Yedi Geçit) Minhacü’l-Abidin s. 264-265)